Sevgili okurlar, dergimizin bu sayısında bize ayrılan sayfalarda camiamızda iz bırakan üstadımız Avukat Dursun İSPİROĞULLARI’nı rahmetle anarak anlatmaya çalışacağım. Öncelikle bu yazımı hazırlarken verdiği bilgilerden yararlandığım üstadımızın oğlu Ergun İSPİROĞULLARI’na çok teşekkür ediyorum.
İspiroğulları üstadımız 1927 yılında Erzurum’un Oltu ilçesinde doğdu, Babası Tuzla Müdürü Ziya bey, annesi ev kadını Naime hanımdı.
1917 yılında Yanıkdere’de Ermenilerce şehit edilen Ferit Bey’in torunudur.
Daha önce 8 çocuğu ölen aile yaşasın diye ona Dursun ismini verdi.
İlkokula Erzurum Gazi İlkokulu’nda başladı, Ankara Kurtuluş İlkokulu’nda bitirdi. Ortaokulu ve liseyi Erzurum Lisesi’nde okudu. Ankara Hukuk Fakültesi›nden mezun olunca mesleğini Avukat olarak sürdürmeye karar verdi.
Stajını Erzurum’da Avukat İbrahim Şenbark›ın yanında yaptı. Meslektaşı Avukat Necmettin EVCİMEN ile Erzurum’da ortak büro açarak meslek hayatına başladı. Daha sonra Hınıs’ta serbest avukatlık yaptı.
1956 yılında Aysel ASAN ile evlendi. Aynı yıl Hınıs’taki bürosunu kapatarak TCDD Erzurum Bölge Avukatı olarak çalışmaya başladı.
1962 yılında eşi Aysel Hanım, Erzurum İnönü İlkokulun›da öğretmenliğe başladı, Burada oğlum Selçuk HAŞILOĞLU’nun da öğretmenliğini yapan Aysel Hanım, Erzurum’dan ayrılana kadar bu okulda çalışmaya devam etti.
1960 Anayasası için kurucu meclis üyeliği görevine seçildi fakat fakülteden bir hocası adına bu görevden feragat etti. İki dönem Erzurum Barosu Başkanlığı yaptı. Bu sürede avukatların sosyal hakları için Türkiye Barolar Birliği ile birlikte çalışmalar yaptı. 1973 yılında Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu toplantısının Erzurum’da yapılmasını sağladı.
Sosyal yönden faal bir insandı; çeşitli derneklerde ve DDY sendikası gibi sendikalarda kurucu, yönetici veya temsilci olarak görev aldı.
Ölümünden bir ay önce Atatürk Üniversitesi Hukuk Müşavirliği görevine başlamıştı. 1 Kasım 1974 tarihinde sabaha karşı geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Aynı gün Erzurum Asri Mezarlığına defnedildi.
Yönetiminde yer aldığı Paşalar Caddesindeki Öğretmen Evleri Kooperatifinde bir evi vardı, vefatının ardından evinin bulunduğu sokağa Belediye Meclisi kararıyla onun ismini verdi. “Dursun İspiroğulları Sokağı” levhası, dönemin Erzurum Belediye Başkanı Av. Orhan Şerifsoy tarafından sokağa asıldı. Halen sokağın ismi levhasında yazılı olduğu gibi “Dursun İspiroğulları Sokağı” olarak anılmaktadır.
Av. Dursun İspiroğulları, çalışkanlığıyla, görev anlayışıyla, meslekî konulardaki gelişmeleri ve değişimleri sürekli takip etmesiyle; kısaca temayüz etmiş meslekî bilgi ve tecrübesiyle örnek aldığımız bir büyüğümüzdü. Kurum avukatı olarak çalıştığı zamanlar dâhil; büyük, küçük tüm meslektaşları tarafından hukukun her dalında bilgisine en çok güvenilen, ihtiyaç duyulduğunda öncelikle fikri alınan avukattı. Tereddüt ettiğimiz konularda onun fikrini alarak işlerimizi yürütür ve sonuçta başarıya ulaşırdık.
Üstadımızın genç meslektaşlarına verdiği ve hiç unutamadığım nasihatleri, bugün de aynen geçerliliğini koruduğundan burada ifade etmek istiyorum:
“İyi avukat kötü avukat yoktur, işini çok iyi takip eden, müvekkilini bilgilendiren avukatın işi çok olur.”
“Bir davada tanığa cevabını bildiğin sorular sor, cevabını bilmediğin soruyu sorarsan istemediğin ya da aleyhine olan cevabı alırsın, bu da senin için iyi olmaz.”
Kendisi gibi kamu kurumlarında görev yapan avukatlara da “Kendinizi asla ezdirmeyin, avukatın mesaisi yoktur, memurların imzaladığı mesai cetvelini siz imzalamayın” derdi.
Rahmetli ağabeyimiz genç avukatlara çok çalışmalarını; zekânın ve eğitime giden yolun avukatın irade disiplininden geçtiğini; disiplinin, gaye ile başarıyı sağlayan köprü olduğunu, disiplinli çalışanın toplumca da takdir edileceğini söylerdi.
Saygıdeğer başkanımız, stajını tamamlayan genç avukatlara ruhsatlarını verirken de öğütlerde bulunurdu: “İş sahibi müvekkil ile aranızda bir mesafe bırakın, müvekkil büroya girerken bir kahvehaneye, eğlence yerine girer gibi girmemeli, büronun yalnız iş konuşulan yer olduğunu unutmayınız; kurnaz olan müvekkillerin yemek teklifinde bulunarak para isteme konusunda avukatı zorda bırakacağını, bedava çalıştırıp ücret ödemekten kaçınabileceklerinin ihtimal dahilinde olduğunu” hatırlatarak, “Bu tür müvekkillere kendinizi ezdirmeyin, yardımınız karşılığında muhakkak ücret almayı unutmayın, istişare yaptığınız kişilere bilginizi azar azar ve kibarca satınız” derdi.
Merhum İspiroğulları’nın Baro Başkanlığı döneminde, Erzurum Bölge Barosu’nun disiplin kurulu üyesi olarak birlikte çalıştığım için çok mutluyum. O dönemlerde çevre illerde DDY ile ilgili duruşması olduğu zamanlar yolculuk için treni tercih ettiğinde bir gün önceden gidip, duruşma günü duruşmasına girerek ancak duruşmadan sonraki gün trenle dönebilirdi. Bu şekilde Erzurum dışındaki her duruşması üç gününü alırdı. Bu kadar zaman kaybetmemesi için aramızda anlaşmıştık; ben ve SSK Avukatı merhum meslektaşımız Mehmet bey, duruşmalarımızı onunla aynı günlere planlatır, birimizin kurumuna ait araçla duruşma günü birlikte gidip, aynı gün akşama Erzurum’a dönerdik. Yolculuklarımız hiç sıkılmadan, şarkılı, türkülü, sohbetli, kısaca neşe içinde geçerdi. Yol boyunca Dursun İspiroğulları’nın güzel sesiyle söylediği şarkılara becerebildiğimiz kadarıyla eşlik etmeye çalışır, yolculuğun nasıl geçtiğini anlamazdık.
Av. Dursun İspiroğulları uyumlu ve pozitif kişilik yapısıyla çevresine her zaman ışıklar saçan bir büyüğümüzdü, nurlar içinde yatsın.
EMÎR TİMUR’UN İSLÂM DİNİ VE DİN ADAMLARINA BAKIŞI SEYYİD BEREKE (D. ? - Ö. 1404) (Galip DOĞAN sayı27)
Emîr Timur’un kişisel olarak ilk irtibat sağladığı din adamı Seyyîd Bereke’dir. Emîr Timur ile Seyyîd Bereke’nin 1370 yılında yollarının kesiştiği tahmin edilmektedir. Seyyîd Bereke’nin Emîr Timur için bir dîni önder olmanın yanında, bireysel lider veya akıl hocasıda olduğu söylenebilir. Seyyîd Bereke, ölümüne kadar Emîr Timur’un ve Timurluların hizmetinde kaldı ve Emîr Timur’un tebaasıyla olan ilişkisinde önemli bir rol oynadı. Seyyîd Bereke ile ilgili anlatılanların çoğu Emîr Timur arasında saygıya dayalı bir öğrenci-öğretmen ilişkisi olduğunu belirtirken bazı kaynaklar arasında belirgin ihtilaflar da bulunmaktadır. Seyyîd Bereke’nin Hâce Ahmed Yesevî’ye bağlı bir Türk sûfî olduğu düşünülmektedir. Emîr Timur’un gençlik yıllarından beri yanında olduğuna bakılırsa, Barlas boyuna yakın, belki de bu kavmin içinden veya Çağatay Hanlığı’na bağlı boylardan birinden olmalıdır. Yüksel, aynı fikirde olmayıp Seyyîd Bereke’nin Mekke’nin ileri gelenlerinden biri olduğunu kaydetmiştir. Muminov, Seyyîd Bereke’nin Arap olmadığı ve Türk ya da Moğolların soyundan olduğu düşünmektedir. Andican, daha ileri giderek Seyyîd Bereke’nin bir sûfi bile olmadığını ve böylelikle Timur’la dine dair bir ilişki kurmuş olmasının mümkün olmayacağını dile getirir. Hândmîr, Seyyîd Bereke’den çok az bahsetmiş ve Seyyîd Bereke’nin yakını olan Seyyîd Taceddîn Hasan isimli birinin Bâyezid’i Bestamî’nin dergâhına bir görev adadığını kaydetmiştir. Tüzükât-ı Emîr Timur adlı eserde de Seyyîd Bereke’ye dair bir bilgiye rastlanmazken, kitabın çevirisini yapan Kutlukhan Şakirov ve Adnan Aslan, Emîr Timur’un türbesinin fotoğrafını ekledikleri ekler bölümünde Seyyîd Bereke’nin de türbesinin aynı yerde olduğunu belirtmişlerdir. Nizâmeddîn Şâmî, Seyyîd Bereke’nin Emîr Timur ile bir görüşmesinden bahsetmiş ve bu görüşmeyi Emîr Timur’un bir uğur olarak değerlendirdiğini kaydetmiştir.
Şâmî, Seyyîd Bereke’nin Emîr Timur için Allah’a dua ettiğini Deşt-i Kıpçak seferinde Seyyîd Bereke’nin herkesten evvel kılıcını çekerek düşman üzerine onunla beraber yürüdüğünü kaydetmiştir. Yezdî, Seyyîd Bereke’den bahsederken Hz. Peygamber’in soyundan gelen Mekke Şerîflerinden Hazret-i Âlicenap, Murtaza-i Âzam, Seyyidlerin Efendisi ve büyük Veli ifadelerini kullanmıştır. Emîr Timur’un yanında sefere katıldığını, dualar ettiğini Allah’tan yardım ve zafer dilediğini ona saltanat alâmeti olarak davul ve âlem taktim edip dünya padişahlığı müjdesi verdiğini, bunun üzerine Emîr Timur’un Seyyîd Bereke’ye hayatı boyunca saygılı davrandığını ve maddî anlamda destekler vererek rahat bir yaşam sürmesini sagladığını kaydetmiştir. Seyyîd Bereke’nin böylesine gizemli olmasının nedenlerinden biri Emîr Timur’un nispeten gençlik döneminde beraber olmaları ve Timurlularda yazılı kaynakların tutulmaya başlandığı devire ulaşamadan vefat etmesi sayılabilir. Buna rağmen, bütün yazılı kaynakların ötesinde bir delil olarak türbesinde ayaklarının dibinde gömülmeyi isteyecek kadar Seyyîd Bereke’ye bağlılık hisseden Emîr Timur’un mezar plânı günümüzde Seyyîd Bereke’nin Emîr Timur için önemini gösterir.
Yezdî, Seyyîd Bereke’nin Karabağ’da iken hastalanması ve tabiplerin elinden geleni yapmalarına rağmen ölmesi Emîr Timur’un çok üzüldüğünü ve gözyaşı döktüğünü belirtmiştir. Seyyîd Bereke’nin soyu hakkında hiçbir şeyin bilinmediğini ve günümüze kadar da net bir bilginin ulaşamadığı ortadadır. Eski devirlerde meşhur olan neredeyse tüm ilim adamlarına peygamber soyluluk yakıştırıldığı için bu durumun derinlemesine araştırılması gerekmektedir. Çünkü gerçek olmamasına rağmen peygamber soylu olduğunun iddia edilmesi, bir din büyüğü için normalde edinmesinin çok zor olduğu bir otoriteye kavuşmak anlamına gelmekteydi. Bu problemi çözmek için Şemseddîn Haydar’ın Kesbî isimli tarihi kabrindeki mezar taşlarının üzerinde yazılanlar incelenmiştir. Burada farklı kişilere ait mezarlar ve sonradan yapılmış camiiler bulunmaktadır. Bu mezar taşlarının üzerinde yer alan kitabelerde Seyyîd Bereke’nin hayatına ve yaşadıklarına dair deliller kaydedilmiştir. Hikâyeye göre Bereket Sultan’ın dedesi olan Şemseddîn Haydar, Arabistan’dan bir beyaz deve üzerinde gelmiş olan bir ilim adamıdır.
Kâşî isimli kasabayı kurmuş ve su gibi altyapılarını tek başına hazırlamıştır. Haydar’ın çok sayıda çocuğu olmuş ve bu kalabalık ailenin sonraki dönemdeki en önemli lideri Bereket Sultan olmuştur. Bu şahıs da dedesi gibi mübarek bir kişiliktir ve halk tarafından çokça sevilmektedir. Emîr Timur’un orduları fetihler yoluyla bölgeye geldiğinde Bereket Sultan ve taraftarları buna karşı koymamış ve Emîr Timur’un askerlerine yardımcı olmuşlardır. Bunun karşılığında Emîr Timur da yerel halka eziyet etmemiş ve bilhassa Bereket Sultan’a yakınlık göstererek ona iltifatta bulunmuştur. Karşılıklı bu ilişki sonrasında Emîr Timur tarafından toprak verilen Bereket Sultan, kendine bağlı insanlarla bölgede yaşamaya devam etmiştir. Efsaneleşmiş olan hikâyesi hâlâ mezarının bulunduğu mahalde nakledilmeye devam eden Seyyîd Bereket Sultan’ın yattığı yerdeki mezar taşlarını inceleyen Muminov ve diğer müellifler yazılı manzumeyi şu şekilde tercüme etmişlerdir;
“Bu Seyyîd Emir Şemseddîn’in
kabridir
Haydar, Büyük Emir Seyyîd Bereke’nın oğlu
Seyyîd Emir Abdullah’ın oğlu
Büyük Seyyîd Emir Hüseyin’in
oğlu,
Seyyîdlerin Sultanının oğlu,
mucizelerin ve zaferlerin kaynağı
Seyyîd Emir Semseddîn Haydar el-Huseyni el-Nesefi
Cuma günü, 877 yılının Şevval
ayının 20’sinde vefat etti (20
Mart 1473).”
Eğer Şemseddîn Haydar, gerçekten Seyyîd Bereke’nin oğluysa, tarihler bunu destekler durumdadır. El-Nesefî tabiri Nesef adı verilen diyarı işaret etmektedir ve burası Kaşka Deryâ bölgesinin batısındaki bir yerdir. Yukarıda bahsi geçen Kesbî mevkii de burada yer MART 2023 17 almaktadır. Şemseddîn Haydar’a ait başkabir yazıtta farklı nesep silsileleri bulunmakta ve bunlarda Şemseddîn’in soyunun İmam Cafer-i Sadık’a kadar götürüldüğü belirtilmiştir. Yazıtın şekilleri ve yazı biçimleri göz önünde alındığında bunun 15. yüzyılda kullanılan tekniklerle oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Aynı müellifler bu taşlardaki bilgileri kullanarak soy ağacını çıkarmışlar ve buldukları isimleri sırasıyla şu şekilde listelemişlerdir; “Emîr Şemseddîn Haydar, Emîr el-Kebîr el-Kerîm, Emîr Cemâleddîn, Şemseddîn Emîr el-Kebîr Haydar el-Huseynî elNesefî, Emîr Ahmed, Emîr Saîd, Emîr Huseyin, Emîr Abdullah, Emîr Cafer, İbrahim elMurtazâ, Emîr Mûsâ el-Kâzım, Emîr Cafer es-Sadık, Muhammed el-Bakır, İmam Zeynel Abidîn, İmam Hüseyin ve Ali el-Murtazâ” Bu listenin sahih olduğu düşünülürse Şemseddîn Haydar’ın Seyyîd Bereke’nin oğlu olduğu ve sülâlenin Hz. Ali soyundan geldiği düşünülebilir.
Seyyîd, İslâm’da Hz. Hüseyin soyundan gelenler için kullanılan bir tabirdir. Seyyîd Bereke, böylece Hz. Hüseyin’in soyundan gelen biri olabilir. İrşadnâme adı verilen başka bir eserde, Seyyîd Bereke’ye ait bir ipucu ele geçirilmiş ve Farsça, Arapça ve Çağatayca metinler içeren eserin incelenmesi sonucu Seyyîd Bereke’nin kökenine dair ipuçları ortaya koyulmuştur. Bu belgeye göre Seyyîd Cihangir Han, kendi soyunu Emîr Bereke’ye bağlamakta, oradan da meşhur din âlimi Abdülkâdir-i Geylânî ile akraba olduğunu iddia etmektedir. Bu silsile sonraki dönemlerde Uluğ Bey’in ve Ali Şir Nevâî’nin de doğruladığı bir silsiledir. Buradan hareketle hâlâ bölgede anlatılan Arabistan’dan gelmiş kişilerin efsanesiyle gerçeklerin de bağdaşabileceğini dile getirmektedir. Fakat ikinci belgede Abdülkâdir-i Geylânî isminin ortaya atılması, diğer silsileye ait isimlerin burada görülmemesi ve siyâsîlerin verdiği destek, sahtelik göstergesi gibi durmaktadır.
Seyyîd Bereke’nin soyunun nereden geldiği konusunda Şerefüddin Ali Yezdî’nin Mekke kökenli, İbn-i Arabşah’ın batı kaynaklı teorilerini dillendiren Muminov ve arkadaşları, Seyyîd Bereke’nin Emîr Timur’un türbesindeki mezar taşı da dâhil olmak üzere hiçbir yerde yazılı bir soy silsilesinin bulunmadığını belirtmiştir. Arabistan’dan veya daha özgül olarak Mekke’den gelmiş olabileceğine yönelik tahminler de şüphelerle doludur. Buna göre Seyyîd Bereke’nin kesinlikle Arap olamayacağına dair üç görüş öne sürülebilir;
1- Seyyîd Bereke’nin Emîr Timur’un ordularının savaş esnasında kullanabilmesi için bir slogan önerdiği söylenmektedir. Buna göre Seyyîd Bereke’nin teklifi üzerine Emîr Timur’un askerleri ‘Yağı kaçtı’ şeklinde tempo tutarak bağırıyordu. Bu söz tamamıyla öz Türkçe bir ifadeydi, askerlerin savaş ortamı gibi bir anda söylenileceği kadar kolay ve başarılı bir slogandı ve nihayetinde orduyu başarıya da ulaştırmıştı. Kendisi Arap kökenli birinin yabancı bir dile böylesine hâkim olması mümkün değildi. Bu nedenle Seyyîd Bereke muhtemelen Türk asıllıydı. Kaldı ki Andican, geçerli veriler eşliğinde bu olayı tahlil etmiş ve bunun tamamen İbnî Arabşah tarafından uydurulduğunu da dile getirmiştir. Bu hikâyenin uydurulmasının amacı da Emîr Timur’un önemli bir zaferinin güyâ derviş ve sûfîlerin duasıyla olduğuna milleti inandırmaya çalışmak ve Timur’u sanki dindarların duasını almış biri gibi göstermeye çalışmaktı.
2- Seyyîd Bereke’nin doğduğu ve neşet ettiği yer muhtemelen Kaşka Deryâ olarak bilinen Türk yurtlarıydı. Bu bölge, Emîr Timur’un kendi kabilesi olan Barlasların da bulunduğu yerdeydi ve böylelikle Seyyîd Bereke, gerçekte Barlaslardan çok da uzakta olmayan ve hatta aynı yerde ortaya çıkmıştı.
3- Yukarıdaki hususlara ek olarak Tosun, Seyîd Bereke’nin Emîr Timur’a bir savaş esnasında davul ve bayrak vererek kutsadığını aktarmıştır. Bu Türklerin bir âdetidir ve Araplarda böyle bir gelenek olmadığı gibi İslâmiyet’te de böyle bir uygulama yoktur.
Elbette Seyyîd Bereke’nin soyunun Arabistan’da bir yerlerden gelip sonra Kaşka Deryâ’da yerleşmiş olması da muhtemeldir. Kaldı ki, incelenen İrşadnâme de böyle bir bilgi vardır. Özellikle İslâmî fetihlerin yoğun olduğu hicretten sonraki ilk birkaç yüzyılda birçok Arap asıllı Müslüman topraklarını terk ederek Türkistan’a gelmişlerdir. Böyle bir durumda sahabenin soyundan olan birisinin Emîr Timur ile beraber olmasının Emîr Timur’a ve genişletmeye çalıştığı devlete fayda sağlayacağı ortadadır. Çünkü Emîr Timur, devletini Araplara karşı olsa da İslâm’a karşı olmayan topluluklara doğru genişletmekteydi ve akıl hocası olarak yanında bulundurduğu en önemli din adamının sahabeden bir soy bağının bulunması bunu kolaylaştıracaktı. Bu nedenlerle Seyyîd Bereke’nin Mekke kökenli olmasının uydurma dahi olsa Emîr Timur zamanında bile destek bulabileceği anlaşılmaktadır. Devlet liderlerin kendileri veya yakın çevrelerinde bulunan kişilerin uydurma birtakım soy bilgileriyle meşruiyet sağlamaya çalışmaları, özellikle Orta Çağ’da belirgin bir davranış biçimiydi.
Arap asılı olmadıkları halde Arap asıllıymış gibi davranan veya bunu iddia eden toplulukların Kuteybe b. Müslim isimli Arap komutanın fetihleri sırasında veya sonrasında Türkistan bölgesinin özellikle dağlık kesimlerinde ortaya çıktığı savunulmaktadır. Orta Asya’daki İslâmî yayılma oldukça hızlı gerçekleşmiştir ve topluluğun kendilerine daha uygun olan bu dîne çoğu zaman faydacı nedenlerle, bazen de zorla dâhil olduğu fakat hızlı dönüşüm nedeniyle kadim inanışlarını da tam anlamıyla terk edemedikleri anlaşılmaktadır. Örneğin kabirleri türbelere çevirme, dergâhları ve camileri bu türbelerin etrafında inşâ etme ve benzeri hareketler gerçekte İslâmiyet’ten önce bölgede var olan ve saygı duyulan kişilerin mevcudiyetini yeni fatihlere karşı korumak için geliştirilmiş bir teknik olabilir. Gerçekten de Türkistan bölgesinde Yemen’den veya Arabistan’ın başka bölgelerinden geldiği belirtilen prenslerin kurduğu düşünülen birçok yerleşim birimi vardır ve bunun gerçek olması mantığa aykırıdır. Bununla beraber, bu Arap soylu mübarek toplulukların dinî liderleri, İslâmiyet’in ilk yüzyıllarında hiç benimsenmemiş olan türbe, dergâh, uzlet, irşâd ve evliyâlık gibi kurumları kutsallaştırmakta ve İslâm’ın özünün bunlar olduğunu belirtmekteydiler.
Gerçekte Hristiyanlığa, Budizm’e ve Zerdüştlüğe daha yakın olan bu uygulamaların bir örneği de Seyyîd Bereke ve onun bağlı olduğu hareketti ve bu hareket tarzı Arap kökenli birinden ziyade, bölgenin yerlisi olup eski geleneklerini koruyarak Müslüman kalmaya çalışan birinin hareket tarzına daha yakındı. Türbelerin kutsallaştırılması İslâmiyet’te yoktu. Çünkü örneğin Hz. Peygamber öldüğünde Mescîd-i Nebevî zaten ibadet yeriydi. Türbe ve dergâh geleneği ilk olarak Emêvîler tarafından politik rakip olarak görülen Şiîlerde görüldü. Timurlular öncesinde ortaya çıkmış tasavvuf akımlarının kökleri binlerce yıllık ölüyü kutsallaştırma veya atalar kültü anlamına gelebilecek bu uygulamayı ortaya çıkararak İslâmiyet’te bunu kullanması Asya’da Arap soyundan gelen kişilere değil, Acem geleneklerini korumaya çalışan eski dinlere ait ululara ve onların takipçilerine daha çok yakışan bir politik duruş olarak görünmektedir. Muminov, Türkistan ve civarındaki bölgelerde Seyyîd Bereke gibi birçok tasavvuf büyüğünün belli bir boyun veya kabilenin veya bölgenin dîn büyüğü olduğu, birçok mahalde vefat etmiş bulunan ama hâlâ ruhunun o mekânın koruyucusu veya ruhanî lideri olduğuna inanılan kişilerin bulunduğu ve bunların hemen hepsinin atalarının Arabistan’dan gelen Arap soylu kişiler olduğu konusunda ittifak olduğunu belirtir. Günümüzde dahi Türk ve İran beldelerinde “şehrimizin manevî büyüğü”, “beldemizin gönül mimarı” gibi tabirlerle, orada ölüp ölmediği veya kim olduğu bile belli olmayan kişilere dair türbelerin önemli ibadet yerleri olarak kullanıldığı ve buraların dîni mekânlar olarak çok sayıda kişi tarafından hâlâ ziyaretçi çektiği herkesçe bilinmektedir.
Ülkemizde çokça bulunan bu mekânlarda bulunduğuna inanılan şahısların çok büyük bir kesiminin peygamberle akraba veya sahabelerin soyundan geldiğine de inanılmaktadır. Seyyîd Bereke’den beri Türk-Moğol geleneğinde İslâmî anlayışın çok fazla değişmediği anlaşılmaktadır. Yine de, bu şahısların İslâm dînine hizmetleri ve İslâm’ın yayılması için verdikleri uğraşlar da ortadadır. Tasavvuf büyükleri, her ne kadar pratiklerinin İslâmi kökleri olmasa da, halkı çağırdıkları ve kendilerinin aidiyetini bildirdikleri dîn İslâm olmuştur. Seyyîd Bereke de böyle bir zattır ve hem Emîr Timur’u hem de Timurluların tebaasını sürekli İslâm’a çağıran bir araç geliştirmiştir. Böylece din ve siyâsetin neredeyse el ele hareket ettiği bir ortam oluşmuş ve Timurluların meşrûiyetinin sağlanmasında bunun etkisi büyük olmuştur. Orta Asya’daki halkların Türk-Moğol geleneğinde atalara bağlı olmanın ve soylu kişilerin liderlik ihtimalinin daha güçlü olması nedeniyle Arabistan’dan gelmiş sahabe veya peygamber soylu dînî kişilerin takipçisi olmak veya bu tür kişilerin hocalık yaptığı kişilerden olmak, ayrıca bir meşrûiyet sağlıyordu. Özellikle ilk Türk-İslâm devletlerinden olan Karahanlılar gibi devletlerde liderlerin soylarını Hz. Âdem’e kadar götürmeye çalıştıkları ve bu şekilde soyluluklarının ve devlete egemen olmalarının tanrı tarafından kendilerine bahsedilmiş bir şey olduğuna milleti inandırmaya çalıştıkları aktarılmaktadır. Karahanlı liderleri soylarını Keysânîler’e, oradan da ilk insana götürmekteydiler.
Hristiyanlarda ve onların liderlerinde daha yaygın olan bu ilk insana ve Nuh gibi peygamberlere kadar silsile uydurma çabalarının Orta Asya’da da yaygın olması, halklar üzerinde egemenlik kurmaya çalışmanın ve hâkimiyeti daha meşrû hale getirmenin bir çabası olabilir. Benzeri biçimde Emîr Timur, kendi soyunu Cengiz Han’a dayandırmaya çalışmakta ve hatta Cengiz’in de atalarından olan efsanevi Tümin Kağan ile akraba olduğunu aktarmaya çaba göstermektedir. Emîr Timur’un vefatından sonra hanedan üyelerini, soyunu Cengiz Han’dan daha çok İslâmi bir takım liderlere bağlamaya çalıştıkları ortaya koynulmuştur. Buradaki motivasyonun nedeni politik olmalıdır. Dolayısıyla Türkleşmiş Moğollar arasındaki meşruiyet mücadelesinde Emîr Timur’a güç sağlayacak olan taban Moğolların saygı duyduğu bir değere yönelik olmalıydı. Emîr Timur bu nedenle sürekli Cengiz Han’ın mirasından belli bir güç devşirmeye çalıştı. Onun sülâlesinden kadınlarla evlendi ve bunun yeterli olmadığını düşündüğünde, Çağatay Hanlığının etkisiz ve kimsesiz hanedan üyelerini Cengiz’in varisi olmaları nedeniyle yanında taşıdı. Fakat ölümünden sonra Timurlular, doğudaki mücadelelerden vazgeçerek yüzlerini görece daha zengin ve bakir olan İran, Mısır ve Anadolu topraklarına çevirdiler. Batıya doğru genişlemeye çalışan devletin artık Moğolların saygı duyacağı değerlere eskisi kadar ihtiyacı yoktu fakat yeni topraklardaki İslâmi alt yapıyı anlamak ve buna uygun politik değerler benimsemek daha önemli olduğu için Müslüman halkların beğenisini kazanacak yeni değerlere ihtiyaç duyulmaktaydı. Durum böyle olunca, Timurlu hânedanının üyeleri Emîr Timur’u veya etrafındaki güçlü şahısları olduğundan daha İslâmî göstermeye çaba sarf ettiler. Zaten Müslüman olan Emîr Timur’un en önemli akıl hocalarından birinin Mekke’nin büyüklerinden birinin soyundan gelmesine dair söylenti, Emîr Timur’dan daha çok onun gelecekteki hanedan üyelerine fayda sağlamış olmalıdır. Tasavvufçuların bu biçimde yükselişi ve Timurlular gibi devletler tarafından destek görmeleri, zayıflayan Ortodoks İslâm’ın aleyhine bir durum teşkil etmiştir. Daha Emevîler zamanında ortaya çıkmış olan Hanefiye, Mutezile ve Maturîdîyye gibi mezhepler akla çok önem vererek bilimin gelişmesini sağlamış ve İslâm’ın altın çağının yaşanmasına kapı açmıştır.
Bu aydınlanmanın önünü isteyerek ya da istemeden açan Emevîlerin ve Abbâsîlerin ortadan kalkmasıyla akla dayalı bir dîn anlayışının yerine doğudan gelen ve ana kaynakları İslâm’dan olmayan fakat daha Müslüman bir yorum gibi kabul gören tasavvuf ve benzeri akımlar bölgede etkili olmuşlardır. Durum böyle olunca, Timurlular gibi bölgede etkin olmaya çalışan bir güç, İslâmî yorum olarak daha az uğraş gerektiren ve halkın desteğini daha kolay çekebilen düşünceler ve sloganlarla ilerleyen bu yorumu geniş coğrafyalara yaymıştır. Seyyîd Bereke’nin soyunun Mekke’ye ve Hz. Peygamber’e dayanması çabasının altında böyle politik-pragmatist bir hesap yatabilir. Emîr Timur’un yanındaki mezar taşında veya buradaki kitâbelerde soyuna ve kimliğine dair önemli bilgiler bulunmayan birinin başka bir mahalde bulunan torununun mezarında sahabeye bağlanan silsile bilgisi bu nedenle kuşku doğurmalıdır. Fakat bunu bir sahtekârlık olarak görmek de doğru bir tarihsel analiz olmayacaktır. Çünkü Orta Çağ’da tek bir kişinin karizmasıyla büyük karışıklıkları bitirerek bir cihan devleti kurabilen bir kurumsallaşmanın ister istemez çeşitli mitlerle yoluna devam etmemesi olanaksızdır. Tüm bu politik dîn yorumlara ek olarak, Emîr Timur devrindeki tasavvufçular, diğer devirlerde olduğu gibi birbirleriyle de çelişki halindedirler.
Tarihin hiçbir döneminde aynı konular hakkında aynı düşünen bir tasavvufçular topluluğu olmamıştır. Dolayısıyla Çağatay Hanlığı’nın yıkılması sürecinde hepsinin soyu Hz. Peygamber’e ulaşan bu ulu seyyîdler de farklı politik kaygılarla bir çekişme içine düşmüş durumdalardı. Seyyîd Bereke’nin diğer din adamlarıyla arasında da sürtüşmelerin olması mümkündü ve Emîr Timur’un istediği şey bu ulema takımının birbirleriyle çekişmesi değil, bir liderin arkasında hizalanmış olmalarıydı. Tirmizli şeyhlerin bazılarının Emîr Timur’a başkaldırmasının ardından yeni hamlelerin mümkün olduğunu düşünen Emîr Timur’un Seyyîd Bereke’yi veya herhangi başka bir din büyüğünü din adamlarının başına bir emir olarak getirmeye çaliştığı düşünülebilir. Şeyhlerin başında olan bir mîrin diğerlerine göre daha soylu bir silsileye sahip olması gerektiği ise muhakkaktır. Seyyîd Bereke’nin olduğundan daha fazla yüceltilmesinin hem Bereke’nin hem de Emîr Timur’un vefatından yıllar sonra gerçekleştiğini belirten Andican, Emîr Timur’un türbesinde hocasının ayaklarının yanına defnedilmesi istediğini kanıtlayan bir belgenin de olmadığını ve bu hikâyeye dair kaynakların definden çok sonra ortaya çıktığını belirtmektedir.
Hâlbuki Emîr Ti20 GELİŞİM ERZURUM mur’un sandukasının hocasının ayak ucundaki hali, günümüzde bile ziyaretçilerin duygularını etkilemekte ve hangi din ve inanç mensubu olursa olsun insanlar bir liderin mürşidi olarak bildiği bir kişiye bu kadar bağlılık göstermiş olabileceğine ve ilme ve dîne saygısına bugün dahi şapka çıkarmaktadır. Sadece Uluğ Bey ve diğer seçkin hânedan üyelerinin bulunduğu türbede, hanedandan olmayan tek mezar Seyyîd Bereke’ye aittir. Kabrin günümüzde dahi insanlara verdiği mesajın derinliği düşünüldüğünde, 500 yıl önceki fetihler çağında tasavvufa yakın düşüncede halkları nasıl büyülemiş olabileceği akıllara getirilmelidir. Özetle, Emîr Timur ve Seyyîd Bereke arasındaki ilişki sadece din ile veya taraflardan her ikisinin de dîne bakış açılarıyla açıklanamaz. Oldukça çocuksu ve romantik kalacak olan bu bakışaçısının yerine devrin dinamikleri göz önünde tutularak mevzuya bir boyut kazandırılmalı ve yukarıda tartışılan gerçekliklerin ne kadarının dîni ne kadarının da politik amaçlarla gerçekleştirildiği düşünülmelidir. Bunu yaparken, Emîr Timur ve Seyyîd Bereke gibi isimleri tamamen duygulardan veya uhreviyattan arındırarak sadece rasyonel hareket eden siyâsî yaratıklar olduğunu da düşünmemek gerekir. Fakat Emîr Timur ve Seyyîd Bereke’nin birlikteliğinin nedenleri ve sonuçlarının, doğruluğu oldukça kuşkulu bir takım evliya menkıbeleriyle geçiştirilebilecek gibi değildir. Seyyîd Bereke’nin mezarını Emîr Timur öldükten dört veya beş sene sonra babasının mezarının yanına taşıttıran Mîrza Şahruh’un derdinin sadece babasının hocasına duyulan saygıyı simgelemek olmadığı ortadadır. Bununla beraber hem Emîr Timur, hem de Seyyîd Bereke gibi isimlerin iki yüzlülük göstererek sırf gösteriş olsun diye dindar gibi görünüp gerçekte politik davrandıkları da söylenemez.
Tarihi olaylar gerçek insanlar arasında gerçekleşir ve günümüzde olduğu gibi Timurlular devri liderleri de din, sosyoloji ve siyâset gibi birçok şeyden etkilenerek tebaalarını yönetmişlerdir. Sonuç olarak Emîr Timur’un Seyyîd Bereke’ye saygı duyduğu bir gerçekti. Fakat bunun haricindeki diğer olayların ve menkıbelerin politik ve tarihsel bir süreç içinde anlaşılması gerekmektedir. Seyyîd Bereke’nin mezarını babasının kabrine taşıtan Mîrza Şahruh’un tam da bu sırada Pîr Ali Taz bir isyan gerçekleştirmiştir. Bu isyana Seyyîd Bereke’nin de çocuklarından ve diğer akrabalarından da katılanlar vardı. Bu sûfî topluluğunun toplu isyanının engellenebilmesi için Seyyîd Bereke’nin hayatındayken Emîr Timur’dan elde ettiği bazı makamlar çocuklarına da verilmiş ve Emîr Timur’un kabri Seyyîd Bereke’nin ayaklarının ucuna konarak gerçekte oldukça politik bir davranış ile isyancıların isyanı bırakabilmesi için gereken manevralar yapılmaya çalışılmıştır.
Mîrza Şahruh’un bu hareketi başarıya ulaşmış ve Pîr Ali Taz ortadan kaldırılırken Seyyîd Bereke’nin sülâlesi Timurlulara bağlı kalmaya devam etmiştir. Sonuç olarak Seyyîd Bereke ve Emîr Timur ilişkisi politik yönüyle incelendiğinde, din ve siyâset hakkında günümüze kadar gelmiş olan birçok gerçekliğin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Siyâsî iktidarlar dîni birtakım referanslara ihtiyaç duyarak toplulukları bununla etkilemeye çalışmışlardır. Hangi dinden veya inançtan olursa olsun toplumların liderleri bu dîni veya inançsal yaklaşımını insanlara göstermeye çalışmış, sadece bununla da kalmayarak üçüncü kişiler üzerinden bu bağlılığı ispatlama cihetine gitmiştir.
Osmanlı, Selçuklu, Karahanlılar, Gazneliler ve Memlûkler gibi büyük Türk devletlerinin neredeyse hepsinin kurucuları ve diğer yöneticilerinin bağlı oldukları veya çok değer verdikleri dîn adamları olmuştur. Bu din adamlarının neredeyse hepsi de peygamber sülâlesinden geldiği iddiası bulunduğu için, liderler dolaysız olarak peygamberin emrinde olan bir kişi gibi de gösterilmiştir. Seyyîd Bereke örneğinde görebildiğimiz kadarıyla bu silsile iddialarının çoğu uydurma olabilir ve tamamıyla halkın gözünde meşrûiyet sağlamaya yönelik olarak gerçekleşebilir. Tarihî analiz yapan bunun gibi çalışmalarda bu hususlar da düşünülerek incelenen olayların ve devrin politik ve sosyolojik durumları da analize dâhil edilmelidir.
Kaynakça:
Akkuş, Zeki, “Timur’un Âlimlerle
İlişkileri”, s.230.
Reşat Öngören, “Safeviyye”, DİA,
C.35, 460-462.
Hüsamettin Aksu, “Fazlullah-ı
Hurûfî”, DİA, C.12, 277-279.
Aka, “Timur Din ve Ulema”, s. 108;
Muminov vd, s. 29.
Wilhem Barthold, Uluğ Bey ve Zamanı, s. 29. 168 Tezcan, s. 430.
Şerefüddin Yezdî, s. 425.
Yüksel, Timurlarda Din Devlet, s.
122.
Muminov, vd, s. 28-29. 172 Andican, Emir Timur Tarih Siyaset, s. 413.
Hândmîr, s. 214.
Tüzükât, s. 109. 175 Nizamüddin
Şâmî, s. 151-153.
Şerefeddün Ali Yezdî, s. 193-194.