Erzurumlu Noksani Baba, Erzurum’un mümtaz şahsiyetleriyle ilgili olarak hazırlanan kitaplarda adına rastlanmayan ve bölgede pek bilinmeyen, ancak deyişleriyle Anadolu’nun farklı yerlerinde birçok kalbi fethetmiş bir halk ozanı ve ârif bir kişiliktir. Yakın bir dönemde yaşamış olsa da hayatı hakkında çok az bilgi mevcuttur. 18. yüzyıl/19. yüzyıl halk ozanlarından olduğu kaydedilmiştir. Sadettin Nüzhet Ergun ve Vasfi Mahir Kocatürk gibi araştırmacılar birkaç şiirini yayınlamış, 1940’lı yıllarda Şinası Koç’un derlediği deyişler başta olmak üzere farklı cönklerden de yararlanılarak deyişleri Adil Ali Atalay tarafından 1992 yılında kitaplaştırılmıştır. Hayatı hakkında bir-iki sayfalık kısa bilgi ve deyişleri için biz de bu eserden istifade ettik. Bu yazıda, kısa bir girizgâhtan sonra onu, hikmetli deyişleriyle anlamaya çalışacağız.
Asıl adının İbrahim olduğu kaydedilen Noksani Baba, Erzurum’da doğup medrese eğitimi almış ve “İnce Molla” olarak nam salmıştır. Medrese eğitimi almakla birlikte Alevi bir aileden gelmektedir ve babası Elazığ Sün Köyü’ndeki Ağuçan Ocağı’na bağlıdır. Bu sebeple ocak pirlerinden Sadık Dede, Erzurum’a geldiğinde Noksani’nin babasını da ziyaret eder. Noksani’yi -daha doğrusu o tarihte İnce Molla’yı- görünce, onun zahir ilmine kapıldığını, yani ilmin bilgi boyutunda kalıp, bu bilgiyi yaşamsallaştırmayıp/içselleştirmeyip kibir içinde olduğunu fark eder. Yunus’un meşhur nefesinde “ilim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen/bu nice okumaktır” diyerek ifade ettiği gibi, kişi kendini bilmedikçe ya bilgiç ya da en iyi ihtimalle bilgin olmaktadır. Ancak kendini bilen, bilge olabilmekte ve tasavvufa göre insan-ı kâmil olma yolunda ilerleyebilmektedir. Bilginlikten bilgeliğe ya da âlimlikten ârifliğe/hakimliğe geçiş ise elbette mümkündür. Menkıbelere göre mülk ve mevkii terk ettikten sonra, benlikten azade olmak adına zahiri ilmini de terk etmesi için Yunus Emre’ye “ben bilmem” zikri çekmesinin söylenmesi bu geçişi sağlamak içindir. Sadık Dede, kibrini hissettiği İnce Molla’nın sırtına vurur ve dua eder. Düşüp bayılan Molla, yeni birisi olarak uyanır âdeta. İlmini irfan ile cem eder ve “Noksani” mahlasıyla deyişler söyler. Deyişleri dilden dile yayılır. Burada anlatılanlardan murat, gerçeği görmeyi engelleyen bir farkında olamama hâli olan “gaflet”ten uyanmak ya da “yeniden doğuş”tur. Tasavvuf geleneğinde bu doğum kişinin kendinden gerçekleşir. Doğuma vesile olan ya da gerçekleştiren insan-ı kâmil mürşit ise anne konumundadır. Tasavvuf ve ozanlık geleneğinde bu doğumla birlikte kişi, yeni bir ad/mahlas edinir. Genellikle de bu ad, mürşit tarafından verilir. “Noksani” mahlası, kibirli bir bilgin’in dönüşümünü içeren buradaki anlatıyla uyumludur. Böylece noksanlık her an hatırlanacak ve dahi bir ad olarak kalacaktır. Büyük şair Fuzuli’nin mahlası da benzer bir manayı içerir, insanın eksikliğine vurgu yapar. Sadece bu eksikliği idrak edenler kemale meyledebilmektedir. Erzurumlu Noksani ve onunla aynı mahlası taşıyan ozanlar Sivaslı ve Artvinli Noksani’ler için mahlasla ilgili farklı hikâyeler vardır. Bedensel bir eksiklik ya da benzer meseleler neticesinde bu mahlasın verildiği gibi. Oysa Hak aşığı ozanların maneviyat ikliminde böyle beşerî eksiklikler mevzu bahis değildir. Anlaşılacağı üzere “Noksani” mahlasının hikmeti, âşığın önceki ham hâline işaret etmek ve engin gönüllülük ya da melameti bir tavırla kendi kendini her daim uyarmaktır. O yüzden başka bir âşık (Âşık İlhami) “kendi noksanını bilip ârif ol/kimsenin aybını gözetme gönül” diye seslenir. Divan şairi Tâlib ise çok bilinen “kişi noksanını bilmek gibi kemal olmaz” mısraı ile aynı esası dile getirir.
Âşık Noksani Baba ile ilgili anlatılan bir anı da bizlere ulaşmıştır. Erzurum Taş mağazalarda küçük bir bakkal dükkânı işleten Noksani Baba, zaman zaman ziyarete gelen dostlarıyla muhabbet edermiş. Muhabbet dediysek günümüzde yanlışlıkla kullanıldığı anlamıyla laflamak değildir kastedilen. “Muhabbet”, sevgi kökünden türemiştir ve sevgiyle yürütülen irfan meclislerini de işaret eder. O sevginin mutmainliğiyle İbnü’l Arabi, itikadını “dinü’l hub” (muhabbet dini) olarak nitelendirmiştir. Yunus “sevelim sevilelim/dünya kimseye kalmaz” demiş ve nice âşık, sevginin yolundan hiç ayrılmamıştır. İşte dost sevgisiyle hemhâl olunan muhabbet esnasında, Noksani Baba’nın küçük dükkânına bir çocuk girer, parasını uzatarak şeker ister. Noksani şekeri verir, çocuk da evinin yolunu tutar. Ama çocuğun annesi şekeri görünce bu işte bir yanlışlık olduğunu anlar. Kadın, çocuğuyla beraber tekrar dükkâna varır, aynı miktarda parayı vererek şeker ister. Noksani’nin misafiri gitmiştir. Şekeri tartıp verir kadına. Kadın, “Noksani Baba az önce aynı parayla daha çok şeker vermişsin” deyince Noksani Baba şöyle der: “Ah evladım getir o muhabbeti ki verem o şekeri.” Pir Sultan Abdal da “muhabbet baldan tatlıdır/doyamazsın demedim mi” diyerek böylesi bir muhabbeti tarif eder gibidir.
Muhabbet ehli tüm âşıklarda olduğu gibi Noksani Baba ile ilgili de en önemli kaynak, bizatihi kendi deyişleridir. Deyişleri incelendiğinde onun manen tesirli duru bir dille gönüllere hitap ettiğine şahit olunur. Bütün tasavvuf ehlinin kelamları gibi onun deyişleri de; vahdet anlayışı (varlığın birliği), insanın kemâl yolculuğu ve bu minvalde yüklendiği değer üzerine kuruludur. Hak’tan gelip Hakk’a dönüş olarak tarif edebileceğimiz devir anlayışını işlediği devriyeler, Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt ve On iki İmamlara olan muhabbetiyle söylediği naat ve düvazdehler oldukça yoğundur. Ayrıca dinin zahiri boyutunda kalan “zahit” figürüne seslenerek irfani tutumu bu yolla da anlatmıştır. Başta Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt olmak üzere, peygamberler, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Şeyh Safi, Veysel Karani, Nesimi, Pir Sultan Abdal, Sarı Saltık, Baba Mansur, Karaca Ahmed, Ebuzer Gıffari, Fuzuli, Niyazi-i Mısri, Eşrefoğlu gibi yaygın ve yerel, yer yer farklı ekolleri temsil ettikleri düşünülen birçok ismi bir arada anarak onlara niyaz etmesi dikkate değerdir. Burada sözü uzatmayarak kâmilin kelamına yönelip, onun bir nefesini aktardıktan sonra, nefes üzerinden lakırdı etmeye devam edelim.
Hakk'ı görmek diler isen suret-i insana bak
Arayup gezme bu halkı cismin içre cana bak
Âşıkın mir'acı derler dostunun didarıdır
Bu söze ispat dilersen defter-i Rahman'a bak
Yedi iklim çar köşe bir dilberin vechindedir
Gel oku Ümmü'l Kitab'ı mekteb-i irfana bak
Ta'n idüp yetmiş ikiye dime kim beyhudedir
Sen seni fehm eyle sen küfrdeki imana bak
…
Dil-i Ya'kub'un ağladub zar eyleme Yusuf deyü
Mısr-ı tende Şah oluptur Yusuf-ı Ken'an'a bak
…
Hakk'ı bul öz kalbin içre gel Noksani iş bu dem
Himmetlidir evliyanın ahd ile peymana bak
Hz. Ali’ye atfedilen bir sözde insanın kendini küçük bir cisim sandığı, oysa tüm âlemin insanda dürülü olarak mevcut olduğu belirtilir. Kur’an-ı Kerim ifadesine göre de ahsen-i takvim (en güzel surette) olan ya da daha doğrusu olma potansiyelini taşıyan insan, yine Kur’an ifadesine göre meleklerin secde ettiği varlıktır. Bir kudsi hadise göre Hakk’ın “bilinmeyi sevdim” diyerek murat ettiği de insandan başkası değildir. Tasavvufa göre Hakk’ın en aşikâr tecellisi de insandır. Noksani Baba, ilk beyitte işte bu doğrultuda insanı vurgular. Peki, insan değil mi yaşadığı tabiatı mahveden, tamahkârca yok eden, ezen, sömüren, kirleten, “yeryüzünde kan döken?” Elbette insandır bunları yapan, ancak Dertli Divani’nin dediği gibi “ikrarında sadık olmayan kişi/şeklen insan amma manen hayvandır.” İnanca göre bezm-i ezelde/ruhlar meclisinde verdiği sözü/ikrarı unutandır insan. Böylesi için “bazı insan hayvan olur/hayvan ârif olmaz imiş” der Hatayi. İyi de insanın aksine, ihtiyacından fazlasını tüketmeyen, ürettiği ya da tükettiğiyle asla tabiata zarar vermeyen ve başkaca meziyetleri olan hayvanın günahı nedir de böyle anılır bu ifadelerde? Elbette burada bahsedilen hayvanlık, bir mertebe olsa gerektir. Yoksa sözgelimi aynı Hatayi bir geyiğe “sana derim sana geyik erenler/kaçma benden kaçma avcı değilim” diye seslenir miydi? Niyazi-i Mısri ise “hayvanı sen geçmedin/insanı arzularsın” diyerek mertebe olarak hayvanlığı vurgulamakta, tekâmülün önemli bir menzili olan insana işaret etmektedir.
İkinci beyitte “dost didarı”, âşığın miracı olarak ifade edilmekte, üçüncü beyitte ise yedi iklim dört köşe yani tüm dünya ya da evren ”bir dilberin” yüzünde görülmektedir. Bu hâlin, soyut ve somut anlamlarıyla, kitapların annesi olarak nitelenen Ümmü’l Kitap, defter-i Rahman, yani kâinat kitabı ya da kutsal kitaplarda görülebileceğini salık vermektedir Âşık. Ayrıca, manevi bir okul/ekolü temsil etmekle birlikte âriflerin gâh saz gâh söz ile muhabbet ettikleri somut ortamı da temsil eden “mekteb-i irfan”da da bu hâl insana bildirilmektedir Noksani’nin beyanına göre. Peki, bu dost ya da dilber kimdir, âlemi güzelliğinde seyrettiren ya da âşığa miraç olan? Vahdet anlayışına göre, Hak Teâla veya onun tecellisi, canı ve cismiyle bir rehber, sevgili, dost ya da başka bir güzellik olabilir ve âşık nefeslerinde tüm bunlar Bir’in farklı yoğunluklardaki tecellileri olduğundan sıkça iç içe geçer. “Namaz müminin miracıdır” ya da cemlerden sonra “miracın mübarek olsun” sözleri de, âşıkların dost olarak andıkları Hakk’ın huzurunda kendi miraçlarını gerçekleştirdiklerine vurgu yapar.
Dördüncü beyitte yetmiş iki milleti kötülememeyi/ayıplamamayı nasihat eder Âşık. Ve devam eder, kişi önce kendine bakmalı, kendini anlamalı, zira başkalarında “küfür” olarak gör10 GELİŞİM ERZURUM düğünün iç yüzünde “iman” olabilmektedir, der. Yetmiş iki ya da yetmiş üç millet tabiri, hadislerde de geçmekle beraber çokluğu, farklı millet, inanç ve kavimleri imler. Anadolu erenleri her daim yetmiş iki millete bir nazarla bakmayı öğütler. Zira Hak Teâla, inanca göre her birinde tecelli etmiştir. Özünden uzaklaştırılarak çarpıtılanlar bir kenara, her milletin itikat ve geleneklerinde de Hakk’ın nişanelerini görür erenler. Kesrette vahdet, yani çoklukta birlik anlayışı ile hemhâl olanlar tabiatta ve cümle varlıkta Hakk’ı arar, Hakk’la olur. Bu minvalde, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle söylersek, tanışıp kaynaşmaları için farklı kavimler olarak yaratılan cümle insanlar da bir görülür. Yunus da “biz kimseye kin tutmayız/kamu âlem birdir bize” diyerek bu anlayışı vurgular. Yine bu anlayışla, başkalarına dil uzatmaktansa, insan önce kendi aynasına bakmalı, kendini tartmalıdır. Zira dışarıdan bakınca başkasında “küfür” görülenin içinde “iman” mevcut olabilir. Hatta tam tersi de geçerlidir, iman ehli görünüp hakikati örten nice küffar da var olmuştur.
Bir sonraki beyitte, nice kıssaya, şiire, türküye konu olmuş Hz. Yakup ve oğlu Hz. Yusuf’tan dem vurur Âşık. Yakup’un gönlünü Yusuf diyerek ağlatma, der. Yusuf’un kaybolduğu/öldüğü ve kuyuda kaldığı düşünülse de onun Mısır’a şah olduğu hatırlatılır. Böylece hem manevi yolculuğa çıkan taliplere hem de dinleyen her insana, yolculuğun çilelerine karşı sabırlı olmak, zahirde kalmayıp bâtına meyletmek de işaret edilir. Zira Yusuf’un kuyuya atılması felaket gibi görünür ama beşerî ve manevi anlamda şah olması demektir.
Son beyitte ise, Hakk’ı kendi kalbinde bulmayı hem kendine hem de onu dinleyenlere salıklar Noksani Baba. Bu ifade Doğu’dan Batı’ya tüm irfani geleneklerin hatta kendini aramak/ kendini bilmek bağlamında felsefenin, elbette tasavvufun, tasavvuf içerisinde vücuda gelen Aleviliğin ve Bektaşiliğin, velhasıl bilgeliğin özeti gibidir. Bir hadise göre yere göğe sığmayan Hak Teâla, mümin kulunun kalbindendir. Vahdet anlayışı doğrultusunda tüm âlem ve Hak, gönüldedir. “Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim” diyen Yunus bunu vurgular. “Her ne arar isen kendinde ara/Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir” diyen erenler bunu anlatır. İnsanın kendindeki cevheri görebilmesi ise hiç kolay değildir. Zorlu bir yolculuk gerektirir “benlik”ten sıyrılmak, nefsini bilip Hak ile dolabilmek. Tasavvuf ehline göre bunun için hizmet de gereklidir himmet de. Gerçek bir bilgenin, bir insan-ı kâmilin yol göstermesini vurgular bu yüzden Âşık. Burada “ahd ile peyman” dediği ikrar ise çok mühimdir. İnanca göre ruhlar, yaratılmadan önce Hakk’a ikrar vermişlerdir. Tasavvufta manevi yolculuğa çıkılırken de bir ikrar vardır. Bu yüzden Pir Sultan’ın “yensiz yakasız gömlek” diyerek çetinliğinden bahsettiği dervişlik yolu için Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen şu sözler manidardır: “Gelme, gelme! Dönme dönme! Gelenin malı, dönenin canı. Öl ikrar verme, öl ikrarından dönme!”
Tüm bunlar, sıradan bir durumda verilen sözlerin bile tutulmadığı günümüz dünyasında ne kadar geçerlidir, geçerli olabilir veya olmalı mıdır, tartışılır. Ancak bu bilgeliğin evrensel diyebileceğimiz değerleriyle hemhâl olmanın günümüz insanına ilaç gibi geleceği açıktır. O hâlde, sözü yine kâmile vererek, her bir mısraıyla öğüt veren bir Noksani Baba deyişiyle yazımızı mühürleyelim:
Havalanıp gönül çekme gel ceza
Kılavuzsuz gökte uçar kuş olmaz
Belaya sabır et kazaya rıza
Kişinin başına gelmez iş olmaz
Hâlına şükr eyle sen sana bakın
Kendinden yukarı bakmadan sakın
Akıllı ol adın divane takın
Divaneler sırrı hergiz faş olmaz
Kötülük edene sen eylik eyle
Ârif ol herkesin hâlini söyle
Özün hâke indir alçağı boyla
Alçak yerde bahar olur kış olmaz
Konuş akranınla haddini tanı
Sadık kalb oluben gözlegil nânı
Hak yoluna kurban ver şirin canı
Sermaye gerektir eli boş olmaz
Her yere uzatma Noksani elin
Kalbinden bilmeze bildirme hâlin
Haramisi çok olursa bir belin
Uğrama ziyandır kârı hoş olmaz