GelişimErzurumYazı

ERZURUM'DA BİR GARİP OZAN: NECATİ GÜLER


Kurban olam yüzündeki benlere
Saçların tarumar tellenirken gel.
Yalvarırım uyma sakın ellere
Aşkın can evinde dinlenirken gel.
Döktün yaprağımı dalından bir bir
Sende hayat kaynar, bende can erir.
Kirpiğim altında kaynayan nehir
Ellerim içinde göllenirken gel.
Yağmurlar serpilip döküldüğü an
Bu acı ahenkle geçerken zamanz
Hele nedir söyle elinde kalan
Sevdiğim, gün fecri küllenirken gel...

Edebiyat Fakültesi'ne kaydolduğum 1971 yılında tanımıştım Necati abiyi. Lise ve fakülte arkadaşım, yıllarca kader birliği yaptığımız, halen Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı olan Prof.Dr. Metin Karadağ tanıştırmıştı bizi. İki katlı tipik bir Erzurum evinin zemin katı, onun pideci dükkânıydı. Üst katta da ikamet ediyorlardı.

Metinlerin evi ise hemen yanındaki üç katlı evdi. Babası rahmetli Hacı Kaya amca batıda bir şehre göç ettiği için Metin, evin birinci katında kalıyordu. Fakülte hayatımız bu evde geçti diyebilirim. .Bitirme tezimizi dahi burada yazıp daktiloya geçtik. Dükkâna girince fırın, zeminden bir metre kadar aşağıda, hemen karşıdaydı. Caddeye bakan cam kenarlarında üç dört sehpa. Etrafında arkalıksız hasır iskemleler. Fırının sol tarafından üç basamaklı dar bir merdivenle hamur haneye inilirdi. Burası fırının arka kısmıydı. Un çuvalları, hamur teknesi, kadayıf tepsisi. Buradan evlerine çıkan bir de kapı vardı.

Necati abi, rahmetli Necip amcanın tek oğluydu. Sarışın mavi gözlü, dubleks bıyıklı, orta boyda, zayıf bir vücuda sahipti. Saçları orta kısımdan dökülmüştü. Genellikle yüzündeki tebessüme şahit olunurdu. En büyüğü 7 yaşında iki erkek çocuğu vardı. Birkaç yıl sonra bunlara iki erkek çocuk daha eklenmişti. Şafakla kalkar, hamurunu yapar, fırını yakar ve ateşin karşısında ter dökmeye başlardı. Ta ki akşamın 8,9'una dek.

Bazen kurşun, bazen tükenmez bir kalem sürekli sağ kulağı arkasındaydı. İşine daldığı, dudakları kıpırdadığı, gözleri mekândan soyutlandığı anlarda, belli ki mısralar oluşmuştu zihninde. Tezgâhın üzerinde pideleri sardığı gazete kâğıtlarının kenar boşluklarına döküverirdi sözcükleri. Bunlardan bir kısmı hafızaya veya deftere geçer, bir kısmı ise kaybolur giderdi.

"Sun be saki ne olursun içmesem boştur dünya Yaprak dökmüş dal gibiyim barım bozuktur benim İster otuz, ister altmış, yüzyıl sürse de rüya Bu kervanı terk edecek kuvvetim yoktur benim."

1975 yılında arkadaşımız M.Kemal Barış, hayatını, ruh dünyasını ve şiirlerini , "Aşık Kaderi" başlığındaki bitirme tezinde topladı.

"Aşık Kaderi,8 Kasım 1943 yılında Erzurum'da doğdu. Asıl adı Necati Güler’dir. Babası Necip Güler, annesi Gülsüm Güler'dir. Çocukluğu orta sınıf halk arasında geçen ozan, sanat enstitüsü mezunudur. Şiir yazmaya ortaokul sıralarında serbest vezin ile başlar. Bu dönem şiirleri, Erzurum’da günlük gazete olan Albayrak'ta yayınlandı. Daha sonra bu şiirlerini YAMA adlı kitabında topladı.(1966) Şairin asıl gücü, hece ölçüsü ile yazdığı şiirlerindedir. Bu şiirlerden bir kısmını Metin Karadağ ile beraber oluşturdukları GÖRÜNTÜLER adlı kitapta neşretti. Bu ara işçi olarak Almanya'ya giden ozan, memleket özlemi, çekilen sıkıntılar, ayrılık acıları ve günlük yaşantıyı dile getiren şiirleriyle orada yaşayan Türkler arasında sevilmiştir. Aşık, vatan hasretine dayanamayıp kısa zaman sonra yurda döner. Evli ve dört erkek çocuk sahibi Kaderi, ata yadigârı meslekleri olan fırıncılıkla hayatını kazanmaktadır. Bu sebeple Erzurum’da Fırıncızadeler diye tanınırlar. Kaderi, halen Erzurum Yeğen ağa Mahallesi, Gülahmet Caddesi'ndeki 45 no’lu fırını işletmektedir."

Özgeçmişi, böyle aktarılır bitirme tezinde aşığın. Kaderi, halk ozanlarının kaynağı olan bir bölgenin, Erzurum-Kars yöresinin çocuğudur. "Ben çocukluğumda babamın söylediği Emrah, Sümmani, Karacaoğlan şiirlerini zevkle dinlerdim. Bunlarda sihirli bir hava bulurdum. “diyor.

Bulunduğu mahalledeki kahvehanelerde, özellikle ramazan geceleri halk aşıklarının atışmaları, onun yetişmesinde büyük rol oynamıştır. Ozan bu dönemi şöyle hikâye eder: "Bizim mahallede Müştak'ın Kahvesi diye bilinen bir mahalle kahvesi vardı. Buraya kış geceleri, daha çok Ramazan geceleri çevrenin tanınmış aşıkları gelirdi. Masaların üzerine konulan sandalyelerde, ellerinde sazları geç saatlere kadar çığrışır, atışırlardı. Ben henüz küçük yaşta olmama rağmen, aşıkların ayağında gülünç mısralar uydururdum. Babama söylediğim bu mısralara büyükler güler, “Bu çocukta iş var ”derlerdi. Aşıklardan, Mevlut İhsani, Reyhani, Ümmanican, Sümmanizadeler (Hüseyin Sinanoğlu, Nusret Torunu) gelirlerdi. 20-25 yaşlarındayken bu aşıklarla dostluğum ilerledi. Fırınıma gelerek sazdan, sözden konuşur, sohbet ederdik. Yazdığım şiirleri bu aşıklara gösterir, fikirlerini sorardım. İşte bu dönemden sonra hece vezninden hiç ayrılmadım."

GÖNÜL
Gel de şu dağların doruklarından
Çaylara karışıp akalım gönül
Aşk ağaçlarının oyuklarından
Gençlik yıllarına bakalım gönül
Neydi o tozpembe gençlik yılları
Yandı tutuştu da kaldı külleri
Solgun çehreleri, titrek elleri
Hayal selleriyle yuyalım gönül
Hani seninle bir ahdımız vardı
Gül kayalarından çiçek kopardı
Kahve falı gibi kabar kabardı
Her gün her fincandan çıkalım gönül
Çivili zihnimde çıkmıyor o an
EYLÜL 2022 27
Elinde çekiçle eziyor zaman
Semanın zarını yırtınca duman
Bütün arzuları tıkalım gönül
Ben bir kaderiyim kader delisi
Hak'kı zikrediyor eti derisi
Bak kapına geldi iylik perisi
Uzat ellerini çekelim gönül.

Olgunluk döneminde şair, etrafını artık kendi gözleri ile görmeye başlar. Duygularını, düşüncelerini kendine özgü anlatımıyla ifade eder. Şiirlerinde ağırlıklı tema, aşktır. Ulaşılamayan, sonunda kavuşma olmayan, geride acı, ıstırap ve bitmek bilmeyen bir özlem bırakan bir aşk. Kendisi anlatmasa da, etraftan duyduğuma göre mahallesinde yakın bir komşunun kızına sevdalanır. Onu yürekten ister. Hangi şartlarla bilinmez, bu sevdayı kimseye açamaz.

Sevdiği de başka birine gelin olmuştur.
Neler geçti aradan yine de taze misin?
Ben yıllarda eridim sen eski güzel misin?
Duydum ki bir zalimin kollarında uyuklar
Yalnız kalınca bana beddua edermişsin.

Şu mısralar, ozanın yaşantısına ayna olur adeta:

ADAM
Ben ki bu dünyanın çarkına girip
Dengeli dengesiz döndüren adam.
Bütün sevgileri toprağa gömüp
Bütün aşklarını öldüren adam.
Porsuk yüzler verdi girdiğim her in,
Bir başka insanım, tutmadım hiç kin
Her gün türlü sarhoş, her günüm bitkin
Yaşamını böyle sürdüren adam
Belli yıkılmışım her sabah erken
Musalla bağırıp mezar çekerken
Yüzüme bakana mutluyum derken
Eli yalanıma güldüren adam...


Bekardık, o yıllar. Bizdeki sevda esintileri, yüreğindeki ateşi volkana çevirir, fırının içindeki kor alevler gibi mısralara dökülürdü:

Öyle zihnime girdin, öyle aklım aldın ki,
Çizdiğim her mısrada, her kıt ‘ada sen varsın
Ve manasız bir yaşam sonunda anladım ki
Ben taparım, koşarım, sen iğrenir kaçarsın.
Ama bitmedi kavgam, şimdi daha güçlüyüm.
Maddende nefret varmış, mananda bilinçliyim
Derin bir kuyu gibi kara kara içliyim,
Beni bu çağda değil, gelecekte anlarsın.
Ağız dolusu tükrük gibi çalarken yere,
Basitliğinden başka ne bıraktın evrene?
Bil ve sakın unutma, senle dönen pervane
Çarkı dokunur bir gün âh eder de yanarsın.
Leyla Ben, Mecnun benim; Kerem ben, Aslı benim
Ey beyhude yananlar, görünüz yaslı benim
Od bende duman bende, sinesi paslı benim
Bir çökmüş dilenciyim elbette ki kovarsın.

Şiirlerindeki ağırlıklı bir diğer tema da tabiattır. Hayatının büyük bir bölümünü fırının yakıcı ateşi karşısında geçiren ozan için doğa, hayallerini süsleyen bir serap halindedir.

Gül açar yaylanda ceylanlar geçer
Kavaklar uzanır,çamlar dal verir,
Derelerin çağlar,sürüler gezer,
Arılar sevişir,petek bal verir.

Şairin tabiat özlemini, Karacaoğlan’ın şiirlerindeki tada benzer şu dörtlükler ne güzel anlatır:

Atta yele gibi, geline kemer
Kanadım ovalar, dağlar ne güzel.
Göğe yıldız gibi, geceye kamer
Muradım ovalar, dağlar ne güzel.
Koyunuma otlak, kuzuma sütsün,
Deliver bacanı, volkanın tütsün.
Çamlığın büyüsün, yeşilin bitsin
İmdadım ovalar, dağlar ne güzel.
Saçların yeşillik, dereler kaşın,
Kar yorganın olur, üşümen kışın
Hakkı selamlıyor dimdik bakışın
Feryadım ovalar, dağlar ne güzel.
Kızlarımız işler ipeklerini,
Arılar doldurur peteklerini
Öpsem efkârlıyım eteklerini
Kurbanım ovalar, dağlar ne güzel.
Elinle verirsin yiyeceğimi,
Bağrında gizlersin içeceğimi
Bilirsin böğründen geçeceğimi
Yollarım ovalar, dağlar ne güzel.


8 heceli şu koşmasında dereler adeta tablolaştırılır:

Yüce dağları severim
Hele dereler, dereler
Bahar gelince bezenir
Güle dereler, dereler
Çiçek açar yaprak değmez
Suyunu yabana vermez
Mağrurdur o,boyun eğmez
Sele dereler, dereler.
Bahar gelip gül açanda
Ördekler suyun içinde
Taşına basıp geçende
Dile dereler, dereler
Kemer olur dağlarına
Hayat verir çamlarına
Bedenime kollarıma
Çile dereler, dereler
Çakılların yosun tutar
Değirmen bendine akar
Köylü, kentli sana bakar
Gele dereler, dereler.

Elinde sazı olmadığı için "kalem şairi" diye niteleyebiliriz ozanı. Lakin tabiat temalı şiirlerinde sazın nağmelerini duyar gibi oluruz. Şiirlerinde sosyal konulara da değinmiştir Kaderi:

Zaman aktı sel gibi, nar gibi yaktı bizi
Halkalandı hep yıllar, ardına taktı bizi,
Cumhuriyet ne hoş söz, ne ulu bir sedadır,
Kollarını dolayıp her sabah öptü bizi.

Şair, bir 10 Kasım günü duygularını şöyle dile getirir:

Yasların büyüğünde acımı anlatmaya
İçin için ağlarım Kasım sabahlarında
Güneş doğmuyor, neden ay doğmuyor batmaya
Karaları bağlarım Kasım sabahlarında.
Bir koca kervan yürür, adımlar kısa, ağır
Yorgun mudur bilinmez kim nereye çağırır?
Tek bir çığlık, tek bir ses: “Atam" diye bağırır
Köpürürüm, çağlarım Kasım sabahlarında.
Erzurum ve Dadaş, mısralarında şöyle biçimlenir:
Dadaş seni nasıl, nasıl anlatam?
Palandökenlerde kar mısın nesin?
İlin soğuk ama özün sıcaksın,
Kara gözlülere yar mısın nesin?
Efkârın mı var ki, çatık kaşların,
Yayla kokusunu verir taşların
Lacivert şığvalı sert dadaşların
Meydan-ı cenklerde zor musun nesin?
Tenin ayaz yakmış, Rengin yaylalı
Yüzün nur saçıyor, gönlün sevdalı
Dadaş, Laleli’ler neden dumanlı?
Gönlün çiçeklerle gür müsün nesin?
Yiğitlerin meydanlarda güreşir,
Güzellerin orak ile eğleşir,
Ozanların sevda ile söyleşir
Yükselir minaren, nur musun nesin?
Yolların var asfalt ile taş ile
Yazın Geçer, yağmur ile yaş ile
Boğuşursun bora ile kış ile
Dağların göklerce, hür müsün nesin?

Şiirlerini genellikle koşma tarzında yazmıştır. Çoğunlukla 8-11 ve 14'lü hece vezni ile zengin kafiyeyi kullanmıştır. Ozanın mani tarzında şiirleri de vardır:

Yeşil mendilimi tut
Bu da sana bir umut
Ablanı seviyorum
Sarı kız beni unut
Gece saçını ördüm
Yattım düşümde gördüm
Seni asker etmişler
Hem ağladım hem güldüm

İlginç manzumelerinden biri de gaz lambasını anlatan şiiridir:


Okşarken hüner ister, fitili kız gibidir
Zamanede bu lamba gökte yıldız gibidir
Kapıyı yavaş kapa, pencereyi ağır ört
Ateşi söner gider, kurnaz hırsız gibidir.

Aşık Kaderi'de Türk Halk Edebiyatı'nın bakir sayfası olan destanlara karşı bir tutku vardır. İslamiyet’ten önceki devirlere ait bu epik türü, kendi duygu ve coşkunluğuyla manzumeleştirmeye çalışmıştır.

YARATILIŞ DESTANI'NDAN
Daha eski çağlarda hiç bir varlık yok iken
Ay yıldızlar, gök, toprak, güneş dahi doğmazken
Bir alem ki uçsuz, Bir alem ki bucaksız
Bütün dünya yalnız su, hem ovasız, hem dağsız
Varlığın başlangıcı, tanrıların büyüğü
İnsanın ilk atası tanrı Karahan vardı.

Bu konuda, Metin Karadağ, Vedat Nuri Turhan ve Hayati Kerget materyal yönünden kendisine yardımcı oluyordu.

Görmedim yardan bir vefa, bitirdim başladığımı
Ne dünyada tek mutluluk, unuttum yaşadığımı

Tadımlık da olsa şiirlerinden örnekler verdiğimiz Kaderi'nin mısraları, edebiyat, şiir ve musikinin harman olduğu bu mekânda şekillenir, ruh kazanır. Dışarıda nefes kesen tipinin uğuldadığı kış geceleri, fırının sıcaklığında, değirmen kokan un çuvalları arasında, lavaş ekmek, göğermiş lor ve fırın kenarında demlenmiş çay tadında bütünleşmiş gönüllerin muhabbeti doyumsuz olurdu.


Kimler yoktu ki bu sohbet deryasında: Prof Dr. Harun Tolasa, Prof.Dr. Coşkun Alptekin, Prof.Dr. Ensar Arslan, Prof.Dr. Yüksel Gencal, Dr. Fahrettin Arıcıoğlu, Prof.Dr. Metin Karadağ, Mücahit EYLÜL 2022 29 Küleri, Murat Yalçın, Doç.Dr. Vedat Nuri Turhan, Öcal Günel, İlhami Kamber, Kemal Barış, Sadık Onursal, Alaattin Karaca ve niceleri...

Kaderi'nin şiirleriyle başlayan söyleşi, Öcal Günel'in uduyla renklenir, ardından Harun hocanın, “Mani oluyor halimi takrire hicabım “şarkısıyla doruğa ulaşırdı. Coşkun hocanın tarihi anekdotları, Ensar hocanın halk şiirinden örnekleri, İlhami Kamber'in sazı ve türkülerine girizgâh olurdu.

Divan edebiyatı, Halk edebiyatı, şarkılar ve türkülerle o mekân bir dergâha dönüşürdü. Bu geceler beni öyle etkilerdi ki, Yeğenağa’dan Hacıcuma'ya yürüyene dek, zihnimde bir şiir oluştururdum. O günler için İlhami Kamber, duygularını şöyle dile getiriyor:

"O fırında un çuvallarının, hamur tahtasının dibinde duygu dolu, bazen saz, bazen türkü ve en çok da şiirlerle bezeli sohbetler, Neco'nun o gök mavisi gözlerinin bakışı, önümden akıp gidiyor." Aynı mahalleden Ali Nazmi Topçu, ozandan işittiği fakat kitabında olmayan mısraları terennüm ediyor bize:

Yemyeşil ağaçlar, yemyeşil bahçe,
İçinde bir aşık oturur, bir de düşünce..

Kim bilir, hangi gazetenin boşluğunda yitip gitmiştir bu dizeler?

Mehmet Dağıstanlı ise ozan için şunları söylüyor: “Biz aynı mahalledeydik. Lavaş ekmeklerini çok yemişizdir. Aynı tiyatro oyununda sahneye çıktık. Doğaçlama çok deyişlerini dinledik.

Vefatı bizi derinden üzmüştü". "Çocukluk ve gençlik yıllarımızda Yeğenağa Mahallesi'ndeki lavaş fırınında o mütevazı, saygılı halini, ağırbaşlı sessizliğini hatırlarım. Mekânı cennet olsun" diyor, duygularında Nurettin Dağıstanlı.

Doğan Ünal: “Bir akşam fırında bize okuduğu "Öğretmen" şiirini unutamam. Sohbetiyle bizi mutlu etmişti.

Vahap Özkıran: “Metin Karadağ'ın evlerinde unutamayacağım bir edebiyat sohbetinde tanımıştım. Ruhu şad olsun.

Kısacası, bizim dönemden Kaderi'nin mısraları ve sohbetiyle tanışmayan pek az kişi vardır.

Başka bir gece, Kaderi'nin bir şiirini hicaz makamında besteleyen Öcal Günel, uduyla bize sürpriz yapmıştı:

Gurbetteki sabahlar bağrımda başka izdi
Sende köpüren hayat bende solgun bir yüzdü
Yıllardaki tek vefa yüzümdeki hatlarmış
Nasıl insafsız oldu nasıl derinden çizdi

Bazen tiyatro çalışmalarımızı da burada yapardık. Amatörce birkaç tiyatro eserinde oynayan Necati Güler, en son Halk Oyunları Halk Türküleri Turizm Derneği'nce Dadaş Sineması'nda sahnelenen "IV. MURAT" adlı oyunda, Sadrazam Recep Paşa'yı muhteşem şekilde canlandırmıştı. Tarih,12 Mart 1975.Yedeksubay olarak askere gidiyorum. Otobüsler, bu günkü Merkez Bankası'nın önünden kalkıyor. Ailem, eş,dost beni uğurlamaya gelmişler. Necati abi de orada. Vedalaşırken cebime bir zarf koyuyor. “Yolda okursun “diyor.

Akşamın hüznünde, yalnız kalışımın ıstırabı, gözyaşlarımı engellemeye çalışan boğazımdaki düğümlerle zarfı açtım. İçinde 50 lira ve bir şiir:

Bil ki ne yıkıldım bu ayrılışta,
Ne denli sevindim, bilesin Kerget.
Alnından öperken girdiğin kışla,
Vatana tüm gücün veresin Kerget
Dünya bu yüzüne bir başka bakar
Bir başka kavurur bir başka yakar
Rindane gönlümden bir nehir akar
Yanıp yakılınca içesin Kerget
Ben bir divaneyim, yoksulum, acım
Yazılar sarayım, şiirler tacım
Bilmem ne isteyim, neye muhtacım?
KADERİ'yi bazen anasın Kerget

Erzurum dışında görev yaptığım yıllarda İzmit/Körfez'e nakleden Necati Güler,16 Mayıs 2004 yılında şiirlerini ve dostlarını bırakarak terk-i dünya eyler.

Öyle döndü ki zaman yüzlerde al kalmadı
Sen kendi köşende bittin bende de hal kalmadı

Bu çalışmamdaki bütün gaye, Erzurum’un toprağında yetişmiş bu şair ruhu dönemi yaşamamış, onunla karşılaşmamış insanımıza tanıtmak, şiirleriyle onları tanıştırmak; KADERİ’ye olan vefa borcumu bir nebze olsun ödeme isteğiyle olmuştur.

Ona Allah'tan rahmet ve mağfiret diliyorum. Mekânı cennet olsun.

Hayati KERGET