GelişimErzurumYazı

REŞAT; ÇOŞKUN BİR SU İDİ...

Biraz rüzgar renginde, belli belirsiz bir şaşkınlığın ve ona çokça yakışan bir heyecan ve acelenin tam ortasında biraz da mecbur kalındığı bilincine varılmış bir hayatı yaşadı Reşat. Öyle ki, onu tanıdığım günden beri aklımda kalan en belirgin portresi işte bu şaşkınlık ve heyecanla şekillenmişti diyebilirim.

Hep şaşkın ve hep ve hep ve hep ve hep ve hep bir heyecanla yüklüydü... Ona kalırsa, değil mi ki; doğmuştuk ve yaşamak zorunda kalmıştık öyleyse yaşayacaktık. Bununla beraber doğmuş olmak bu zorunluluğun sebebi olsa da, E.M.Cioran’a giderek söyleyeceksem; Cioranvari bir sakıncayı da içermiyordu Reşat’ a göre.

Ve yine Reşat’a göre, tam aksine, doğmuş olmak karşımıza çıkan bütün mecbur olunmuş gerçekliğine rağmen bizi kucağına da alan bu hayatı bir şans ya da bir kötü talih sayarak nitelendirmekten öte bir ödev- bir görev- bir ideal olarak görülmesi gereken ve tıpkı canlı olmak gibi canlıca karşılanacak bir şey, bir fenomen olarak kaydedilmeliydi. O kadar ki, çok sonradan okumaya başladığı ve kayda değer bir mesafe de aldığı felsefe ile de bu yorumunun sağlığını sınıyordu sürekli biçimde.

Öyle de olmuştu nitekim, çünkü ona katılırken ve kendimi ona katarken geçip giden 15 yıllık görgüme danıştığımda, gördüğüm de bu hal üzere ve bu şekilde yaşayan Reşat’tan başkası değildi.

Ezcümle; Allah vardı, Allah büyüktü ve bizi yaratarak yaşamakla görevlendirmişti. Bundan gerisi ise, bu görevi layık- ı veçh ile yapıp yapmamakla şekillenen şu ya da bu haldeki bir hikayeden ibaretti ve hepsi buydu. Reşat kendince böyle bir hikayenin sahibi olduğuna inanmış mıydı, bunu bilemesem de böyle bir hikayesi olsun diye çabaladığını bilirim kendimce.

Çokça şaşkın, çokça heyecanlı ve hiç bitmeyen bir hayret içinde uçup duran bir kelebek gibi gelip konmuştu sanki bu dünyaya. Sanki bir örtük pencerenin önünde ve biteviye uzanan bir bozkırın üstünde ince ince süzülmeye durmuştu. Şaşkındı, çünkü unutamadığını deyip durduğu evvelini içeren Cennet’ten düşmüşlüğüne baktığında onu neredeyse bir karamsarlığın içindeymiş gibi gösterecek kadar koyu bir melal ve hüzün kapısından geçiren ve hep teessürle renklenerek tahammülfersa bir şekilsizliğe karışan bir dünyanın içine düştüğünü de böylece ibdin edip hep bunu söylemişti.

Bu dünya ne menem bir şeydi böyle ve yaşamak görevi nasıl da ağır düşüyordu vakit ayırıpda ince şeyleri anlamaya çabalayan hassas ve minnetsiz yüreklere...

İşte tam da bu yüzden büyük bir şaşkınlık içinde kalakalmışçasına hiç alışamadığı bir dünya olmuştu, ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalıştığı bu dünya.

Allahualem; Yunus’u, Sokrates’i, Sezai Karakoç’u, Cahit Zarifoğlu’nu, İsmet Özel’i, Teoman Duralı’yı ve Sait Faik’i sevdiği gibi; Türk’ü, Türküyü ve Türkçeyi sevdiği gibi; Erzurum’u, Erzincankapı’yı, Palandöken’i, Rüzgarı, Suyu, Sabahı, Doğu’yu sevdiği gibi; delileri, kedileri, eski evleri ve bacaklarına dolanarak savrulup yayılan çayır çimeni de hep bu anlama çabası ile daha çok sever ve söyler olmuştu ki, bunu da kendi yaşamak görevinin icabı saymaktaydı.

Şiirlerinden ziyade hemen hemen bütün düz yazılarına ve özellikle öykülerine sirayet eden bu tutkuyla bağlandığı görev bilincinden olsa gerek; bir zamanlar var ve diri olduğuna gönülden inandığı kadim bir iyi ahlaktan, bu ahlakın kök saldığı Müslüman- Türk terbiyesinden, ölçüsünden, miyarından ve mikyasından haber vermeyi bir vazife gibi görmüş ve yazısının bütün kuvvetini de alel acele ulaştırılması gereken bir mesaja yüklemeyi yeğlemişti.

Bir gelenek adamıydı Reşat; bununla birlikte kendi devri daimi içerisinde şehri de seven, onu iliklerine kadar hisseden bir şehir adamı velakin sevdiği bu şehrin de garibanlarından saysınlar istemiş, en azından o saflarda sayılmayı dilemişti her rey beyanında.

Evet bir gelenek adamıydı Reşat, ama rikkatini dikkatine denk getirmeye uğraşarak yönelip baktığı her defasında da gelenek diye geleneğe eklemlenen türlü tevir cehalet, önyargı ve yobazlık toplamı karşısında yanan canını şiirle otamaya çabalamış, acısını hafifletmek için de beyhude yere şimdi şehrin orta yerinde kimsesizce kalakalan ‘Dörtgüllü Çeşme’ye koşup durmuştu.

‘ Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi, ben Ebubekir’den, Sen Ömer’den, Abdülnasır Osman’dan, Ali’de Ali’den içelim kana kana...’(*)

Velhasıl; kolların kısalıp kütleştiği ve ellerin orantısızca büyüdüğü bu garaip zaman içinde sırf daha çok sarılabilsin ve daha az istesin diye kollarını gümrahça tutup ellerini küçülten bir yol seçmişti. Belki de bu yüzden tıpkı zamana bağladığı kısa ve zayıf ipe tutunamadığı gibi dünyaya ve hayata da tutunamadı, akışı aceleyle bezenmiş bir su gibi, bir an esip geçen bir rüzgar gibi geçip gitti Reşat.

Ruhu şad, mekanı cennet olsun inşallah...

(*) Rivayete göre; Şimdiki Saraybosna Caddesi’nin, Eskilerin Dere Mahallesi’nin ortasında duran ‘Dörtgüllü Çeşme’nin 4 yüzünden akan her bir lülesi 4 büyük halifenin adıyla anılmıştır. Reşat Coşkun’dan öğrendiğim lakin kaynağını hatırlamadığım bir bilgidir bu...

ŞAİRİN ARDINDAN
Ali KÖSEOĞLU
/ Reşat Coşkun İçin...
Ölmez
Ölüm çağırır
Ölümüne gider bir şair
Kavuşturur toprağı toprakla
Kucaklaşır toprakla koklaşır
Çiçekleri solmaz üşür belki
Bazen ritmi bozulur aşkından
Hasta olur kalbi şairin
Şiirlerde buluşturduğu gibi kelimeleri
Toprakla buluşturur bedenini
Ansızın bir dizenin ortasında
Karşınıza çıkar da şaşırtır sizi
Ölmez
Ölüm çağırır
Ölümüne gider bir şair
Korkmaz karanlıklardan
Ardından aydınlık getirecek diye sever hatta
Kirlenmesin der, beyazın üstüne titrer
Varoldukça heceler kelimeler dizeler
Özler şair özler
Şair ölmez göç eder

Şahin TORUN