Bir Yatağın İçinden Başlayan Yolculuk (1774, Dülmen)
Kapalı panjurlardan sızan gri ışık, taş duvarlı odada belli belirsiz bir huzme gibi süzülüyordu. Yatağa zincirlenmiş bir beden, ama uyanık bir zihin vardı o odada: Anna Katharina Emmerich. Felçliydi. Yıllardır ellerini bile oynatamıyordu ama gözleri başka âlemleri görüyordu. Rüyalar görüyordu, Meryem’i görüyordu. Ve rüyalarında, Meryem’in yaşadığı yeri adım adım tarif ediyordu.
Bu tarifler yıllar sonra Clemens Brentano’nun kalemiyle “Meryem Ana’nın Yaşamı” olarak kitaplaştırıldı. O kitap, bir gün binlerce kilometre ötedeki bir ormanın içinde yankılanacak bir kehanetin başlangıcıydı.
Sayıklamalarla Açılan Kapı (1891, İzmir)
İzmir’in taş sokaklarından birinde, Filles de Charité Tarikatı’nın yönettiği bir hastanede yaşlı bir kadın ölüme yaklaşmaktaydı. Dudaklarından dökülen sözler çelişkiliydi ama tekrar ediyordu hep aynı cümleyi:
“Keçilerimi otlatırken bir yıkıntıya rastladım... Siyah başörtülü bir kadın vardı orada. Bana ‘Ben Meryem’im’ derdi.”
Kimse ciddiye almadı. Ta ki başrahibe Marie de Mandat Grancey, Emmerich’in kitabını okuduğu günlere kadar… Bir şeyler zihninde örtüşmeye başladı. 29 Temmuz 1891 günü, bir keşif heyetiyle Bülbül Dağı’na yürüdüler. Ormanın içinde yıkık dökük bir Bizans kilisesine rastladılar. Kitaptaki tarifle birebir uyuşuyordu.
Ve işte o gün, çığlıklar yankılandı dağda:
“Bulduk! Meryem Ana’nın Evi bu!”
Ama bu sadece bir inanç sevinci değildi. Bu, tarihin, siyasetin ve teolojinin yeni bir satranç taşının oynandığı andı.
Rüyaların Üzerine Tapu Çekmek
Yıl 1850. Henüz Osmanlı ayaktadır. Panaya Kapulu, yani Bülbül Dağı, Batılı misyonerlerin dikkatini çekmeye başlamıştır.
İlk satın alma teşebbüsleri bu tarihlerde başlar. II. Abdülhamid döneminde dahi, bölgeyi almak için çeşitli yollar denenir ama muvaffak olunamaz.
Ancak asıl mücadele, 1930’lara gelindiğinde kızışır.
Yeni kurulmuş Cumhuriyet’in Batı ile mesafeli ilişkileri, bu bölgeyi millî bir hafıza alanı olarak korumayı gerekli kılar.
Sahneye, adını Lozan’da da duyduğumuz bir figür çıkar:
Mahmut Esat Bozkurt.
Kuvayımilliye’nin hukukçusu, Atatürk’ün yakın yol arkadaşı. İşin ilginç tarafı, Bülbül Dağı’nın tapusu da onun üzerine kayıtlıdır.
Batı’dan gelen tüm teklifleri reddeder.
“Burası Türk toprağıdır. Kimseye satılamaz.”
Hafızanın Satışı (1950’ler)
Tarih akışını durdurmaz.
Yıl 1950. Demokrat Parti iktidardadır. NATO’ya giriş süreci, Marshall yardımları ve Batı’ya entegrasyon…
Bu atmosferde, Bülbül Dağı da rüzgârın yönüne göre kader değiştirir.
29.200 metrekarelik alan, Meryem Ana kültünü yaşatmakla görevli bir derneğe devredilir.
Bu derneğin başında, bugün hâlâ adı duyulan bir figür vardır: Kristal Zeytinyağları’nın sahibi Noel Mikalef.
Tapular verilir. Vatikan devreye girer. Efes, artık sadece bir antik şehir değil, bir hac merkezi olur.
Ve o eski yıkık kilise, dualarla, törenlerle, yılda milyonlarca Hristiyan’ın ziyaret ettiği bir inanç mabedine dönüşür.
Tapuların Dili, Sessizliğin Yankısı
Peki, bu sadece bir mülk satışı mıdır?
Hayır. Bu, teo-strateji dediğimiz bir aklın parçasıdır.
Toprak, sadece toprak değildir.
Tapu, sadece tapu değildir.
İnanç, sadece inanç değildir.
Bu satış, dini sembollerin coğrafi hâkimiyetin bir aracı hâline geldiği bir dönemin belgesidir.
Tarihi, Emmerich’in rüyaları değil, arazi devri belgeleri yazmıştır.
Ama bu yazı, görünmez harflerle kaleme alınmıştır.
Atatürk’ten Menderes’e—Bir Hafızanın Dönüşümü
• Atatürk dönemi: Bülbül Dağı bir miras, bir direniş ve bir sembol olarak korunur.
• Menderes dönemi: Batı’ya yanaşma adına, bu sembol “rahatlatılır.” Tapular el değiştirir.
• Bugün: Dağ hâlâ orada. Ama ruhu, artık başka dualarla yankılanır.
Assomption ve Akidenin Ters Yüzü
Katolik Kilisesi’ne göre Meryem Ana, ölmemiştir. Bedeniyle birlikte göğe çekilmiştir. Bu olay 15 Ağustos’ta “Assomption” yortusuyla kutlanır.
Peki soralım şimdi:
Göğe çekilmiş birinin dünyada evi olabilir mi?
O hâlde bu ev neyin üzerine kurulu?
İnancın mı, yoksa jeopolitiğin mi?
Efes’e Çakılan Kazık
Bu olay, sadece bir efsane değil, bir coğrafî işarettir.
Tıpkı Osmanlı’nın Bizans henüz çökmemişken, Eyüp semtine “Eyüp Sultan burada” diyerek bir türbe dikmesi gibi…
Efes’e de bir inanç kazığı çakılmıştır.
Adı: Meryem Ana Evi.
Kaynağı: Emmerich’in rüyası.
Mührü: Noel Mikalef’in tapusu.
Sessiz şahidi: Bülbül Dağı.
Tarih Kiminle Konuşur?
Bugün Efes, milyonlarca Hristiyan için bir hac yeri, Vatikan için bir zafer, Türkiye içinse turistik bir diplomatik alandır.
Ama Bülbül Dağı, hâlâ yerli yerinde durmaktadır. Orman, taş, kuş sesi... Ve belki de hâlâ, birilerinin rüyası.
Ama o rüya bu kez bize ait değildir.
“Toprak mı kutsaldır?
Yoksa o toprağın üzerinde anlatılan hikâye mi?”
Bu sorunun cevabı yok.
Ama sorunun kendisi, bugün hâlâ Bülbül Dağı’nda yankılanmaktadır.
Kaynakça ve Belgeler
• Emmerich, A.K. (1852). Das Leben der Jungfrau Maria, Clemens Brentano tarafından derlenmiştir.
• İzmir Arkeoloji Müzesi Arşivleri, Hakkı Gültekin Raporları.
• Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü: 1950 yılı kayıtları, Panaya Kapulu bölgesi.
• T.C. Dışişleri Bakanlığı, NATO üyeliği belgeleri (1952).
• Vatikan Resmî Duyuruları: Assomption yortusu tanımı.
• Bozkurt, M.E. (1931). Türkiye’nin Hukukî Bağımsızlığı Üzerine Notlar.