Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğan, ilahiyat fakültesi mezunu ve sıradışı bir meslek tercihiyle dikkat çeken bu isim, inanç ve yaşam arasında cesurca kurduğu köprüyle bizlere ilham veriyor. Talha Karabörk ile Büşra Arslan’ın gerçekleştirdiği bu derin ve samimi söyleşi, dinin, mesleğin ve toplumsal algıların iç içe geçtiği, bireysel yolculukların en gerçek hallerini gözler önüne seriyor.
İlahiyat eğitiminden barmenlik mesleğine uzanan bu yolculukta, samimiyet, sorgulama ve içsel denge kavramları ön planda. Okuyucularımızı, bu sıra dışı deneyimlerin ve anlam arayışlarının izini sürmeye davet ediyoruz.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Nerede doğdunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğdum. Çocukluğumda özellikle yaz aylarında dini eğitim almak için Kur’an kurslarına gidiyordum. İlkokul ve ortaokul yıllarımda da yazları genellikle dini eğitimle geçirdim. Liseyi ise imam hatip lisesinde okudum, bu da hayatımdaki dini eğitim sürecini daha da derinleştirdi. İlahiyat Fakültesi mezunuyum. Barmenlik mesleğiyle uğraşıyorum.
İlahiyat Fakültesi’ni seçme süreciniz nasıldı? Dini bir arayış mıydı yoksa başka etkenler mi vardı?
Açıkçası tek bir cevabı yok bunun. Evet, içsel bir arayış diyebiliriz ama bu sadece kişisel bir maneviyat yolculuğu değildi. Lise yıllarında, özellikle son sınıfta, İslam tarihiyle ciddi şekilde ilgilenmeye başladım. Ancak bu ilgi sadece "tarihi olaylar" düzeyinde kalmadı. Dini grupların ortaya çıkışı, mezheplerin nasıl şekillendiği, farklı yorum gelenekleri… Bunlar beni derinlemesine etkiledi.
Mezuniyetin ardından neler yapmayı planlıyordunuz?
Çocukluğumdan bu yana zihinsel dünyam hep akademik bir merakla şekillendi. Sıradan olan değil, sorgulayan, sınırları zorlayan düşünceler ilgimi çekerdi. Yeni fikirler, uçta duran yaklaşımlar, marjinal sayılan insanlar ve onların hikâyeleri… Belki de bu yüzden, İlahiyat Fakültesi’nden mezun olurken zihnimde tek bir şey vardı: araştırmaya devam etmek.
Akademide kalmak istedim. Çünkü benim için bilgi sadece birikmekle kalmamalıydı; içselleştirilmeli, dönüştürülmeli ve yeniden inşa edilmeliydi. Bu dönüşüm, ancak eleştirel bir akademik ortamda mümkün olur diye düşündüm.
Peki barmenliğe geçiş nasıl oldu? İnsan biraz şaşırıyor doğrusu.
Bu soruyu çok duyuyorum. Hatta ilk duyan çoğu insan, “Sen mi?” diye tepki verir. Ama işin aslı şu: Barmenlik veya alkole dair ilgim, yüzeysel bir meraktan çok daha derin bir yere dayanıyor.
Üniversitedeyken çok etkilendiğim bir hocam vardı. Hitabet üzerine konuşurken şöyle demişti:
“Zihni etkilemeden, insanlara nüfuz edemezsiniz. Zihin dediğimiz şey sadece bilgiyle değil, kültürle, ritüelle, hatta bazen kimyasal etkileşimlerle açılır. Alkollerin ruh hâli üzerindeki etkilerini bilmeyen bir insan, bazı kitlelerin kafa yapısına asla dokunamaz.”
İlk duyduğumda çok şaşırmıştım. Açıkçası bizim fakülte ortamında —hatta genel arkadaş çevremde— alkolü konuşmak bile tuhaf karşılanırdı. Genelde muhafazakâr bir çevredeydik; bu tür konular konuşulmaz, konuşulsa da yargılayıcı bir dille ele alınırdı.
Ama hocamın bu sözü zihnime kazındı. Çünkü ilk defa “bilgi” ile “deneyim” arasında böyle bir bağ kurulduğunu gördüm. Bir şeyin haram veya helal olması tartışmasının ötesinde, onun insan zihnini ve duygularını nasıl etkilediğini anlamaya çalışmak... İşte beni buraya getiren şey tam da bu sorgulamaydı.
Bu karar çevreniz tarafından nasıl karşılandı? Aileniz, arkadaşlarınız, eski sınıf arkadaşlarınız ne düşündü?
Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben gerçekten mükemmel bir ailede büyüdüm. Annem ve babam, dini bana bir korku aracı olarak değil, sevdirerek ve yaşayarak öğreten insanlardı. Bu, hayattaki en büyük şansım oldu. O yüzden onların bakış açısı her zaman daha derin ve anlayışlıydı.
Kararımı ilk paylaştığımda elbette biraz şaşırdılar. Ama beni en iyi tanıyanlar da onlardı. Ne yaparsam yapayım, belli bir sorumluluk duygusuyla, kendi değerlerimi bozmadan yapacağımı biliyorlardı. Bu güven karşılıklıydı.
Çevreme gelince… Dışarıdan bakıldığında barmenlik gibi bir meslek, özellikle ilahiyat geçmişi olan biri için beklenmedik durabiliyor. Ancak benim arkadaşlarım, eski sınıf arkadaşlarım ve tanıdıklarım beni tanıdıkları için bu karara saygı duydular. Çünkü benim karakterimin, inanç zeminine oturduğunu ve kolay kolay savrulmayacağını biliyorlardı.
Hatta bazı arkadaşlar espri bile yaptı:
“Sen orada milleti namaza başlatırsın,” dediler.
Bu tarz şakalar ilk başta tuhaf gelse de zamanla hoşuma da gitti. Çünkü bu, aslında onların bana duyduğu güvenin, samimiyetin ve dostluğun bir yansımasıydı.
Kısacası çevremde kimse beni dışlamadı, ötekileştirmedi. Belki de bunun sebebi şu: Kararlarımın arkasında hep düşünülmüş, tartılmış, kendime ait bir dünya vardı. İnsanlar da bu dünyaya saygı duydu.
Toplumda ‘ilahiyatçı ama barda çalışıyor’ gibi etiketlerle karşılaştınız mı? Bu tür tepkilere nasıl yaklaşıyorsunuz?
Tabii, fazlasıyla karşılaştım. Özellikle beni hiç tanımayan insanlar, ilk duyduklarında ciddi bir şaşkınlık yaşıyorlar. Hatta bazen yüz ifadeleri bile her şeyi anlatıyor: “Nasıl yani? Hem ilahiyat okumuş hem de barda mı çalışıyor?”
Ama ilginçtir, bu ilk şaşkınlık birkaç sohbetin ardından yerini meraka ve hatta güvene bırakıyor. Çünkü zamanla, klasik halk arasındaki barmen imajından farklı biri olduğumu fark ediyorlar. Konuşmalarımızda kullandığım dil, olaylara yaklaşımım, hayatı yorumlama biçimim insanlara tanıdık geliyor. Yani aslında “tanımadan yargılama” refleksi, yerini “tanıdıkça anlama”ya bırakıyor.
En çok da şu oluyor: Başta yadırgayan insanlar, bir süre sonra bana dini sorular sormaya başlıyor.
“Hocam bu içki kesin cehennemlik mi?”,
“Kur’an’da alkol nasıl geçiyor?”,
“Haramı işleyenin duası kabul olur mu?” gibi sorularla geliyorlar.
Bu durum beni şaşırtmıyor artık. Çünkü insanlar dertlerini en çok, onları yargılamayacağını bildikleri birine açıyorlar. Ve ne kadar çelişkili görünürse görünsün, bazen en samimi dini sohbetler bir bar tezgâhında yaşanabiliyor.
Kendi inanç dünyanızda bu geçiş bir çelişki yarattı mı? Yoksa zamanla oturan bir denge mi kurdunuz?
Açıkçası ilk zamanlarda bu konu kafamı çok meşgul etti. İç dünyamda sürekli sorguluyordum: “Ben ne yapıyorum?”, “İnandığım değerlerle bu iş birbiriyle çelişiyor mu?” gibi sorular günlerce, haftalarca zihnimi oyaladı.
Fakat zamanla meseleyi farklı bir yerden okumaya başladım. Bu işi sadece “maddi bir kazanç kapısı” olarak görmediğimi fark ettim; aynı zamanda hayatla, toplumla, insanla temas hâlinde olmanın da bir biçimi olarak algıladım. Ve en önemlisi şu kararı aldım:
“Bu işi kendi inançlarıma uygun bir düzene göre yapacağım.”
Yani aslında yaptığım şey, bir iş yerine kendimi uydurmak değil; işi kendi inanç dünyama adapte etmekti. Bunu da kendime has bazı kurallar geliştirerek başardım. Örneğin çalıştığım süre boyunca alkole fiziksel temasımı sınırladım, asla tüketici olmadım, bazı kokteylleri hazırlarken bile belli sınırların dışına çıkmadım. Bir tür mesafe ve bilinç duvarı ördüm kendi içimde.
İşte bu çerçeve zamanla bana bir denge sundu. Hem vicdanen rahattım, hem de içinde bulunduğum ortamda bir anlam inşa etmeyi başardım. Kurduğum bu düzenden de şu an oldukça memnunum. Çünkü artık biliyorum ki çelişki, çoğu zaman dış koşullardan değil, kişinin kendi ilkesizliğinden doğar. İlke varsa denge mümkündür.
Alkol gibi dini açıdan hassas bir alanda çalışırken içsel olarak nasıl bir yolculuk yaşadınız?
İlk işe başladığım dönem, ruhen gerçekten zorlandım. Çünkü ilahiyat okumuş biriyim, belirli bir dini eğitim almışım ve hayatım boyunca bu inançlara göre yaşamaya çalışmışım. Bu yüzden başlarda, içinde bulunduğum iş ortamı ile inanç dünyam arasında sert bir çatışma yaşadım. Sanki kendi kendime karşıymışım gibi hissettiğim zamanlar oldu.
Ama sonra dönüp durduğum yere değil, neden başladığıma bakmaya çalıştım. O sırada üniversite yıllarında çok etkilendiğim bir hocamın sözleri aklıma geldi. Bana bir gün şöyle demişti:
“Olaylara sadece dini veya duygusal açıdan değil, bilimsel bir gözle de bakabilmelisin. Tecrübe, bazen kitapların öğretemediği şeyleri öğretir.”
Bu cümleye tutundum. Kendime dedim ki:
“Sen bu dünyayı anlamak için buradasın. Bu işi kendi değerlerine aykırı hâle getirmeden sürdürebilirsin. Durumlara takılma, yaşadıklarından ders çıkar. Hayat seni olgunlaştıracaksa, sen de tecrübeli bir Müslüman gibi davran.”
Bu bakış açısı zamanla içimde bir tür motivasyon kaynağına dönüştü. Artık kendimi bir “çelişkinin içinde kaybolan” biri olarak değil, hayatın içinde inancını korumaya çalışan biri olarak görüyorum. Ve bu farkındalık bana hem iç huzuru hem de dirayet kazandırdı.
İlahiyat eğitiminizin barmenlik mesleğine beklenmedik katkıları oldu mu? İnsanlarla iletişimde mesela?
Beklenmedik demeyelim; çünkü ben baştan beri ilahiyat eğitiminin insan iletişimi konusunda çok güçlü bir temel sunduğunu biliyordum. Dolayısıyla bu katkılar aslında beklenen ama pek farkında olunmayan şeylerdi.
Dinimizde iletişim, özellikle inananlar arasında, en önemli etkileşim biçimlerinden biridir. Ve bu, sadece dilsel bir iletişim değil; aynı zamanda hal diliyle, bakışla, sabırla, anlayışla kurulan bir bağdır. Ben lise yıllarımdan itibaren bu alana özel ilgi duydum. Üniversite hayatım boyunca da bu becerimi geliştirmeye çalıştım.
Mesela bizim fakültede hitabet dersi vardı. Orada sadece bir topluluğa konuşma tekniklerini değil, insanlara bireysel olarak nasıl yaklaşılır, bir düşünce nasıl aktarılır, bir kriz anında nasıl sakin kalınır gibi şeyleri de öğrendik. Bu derslerin etkisini bar ortamında, insanlarla bire bir iletişim kurarken fazlasıyla hissediyorum.
Çoğu insan barmenliği sadece içki sunmak zanneder, ama aslında çoğu zaman insanlar bara dert anlatmaya, birini dinlemeye, rahatlamaya gelir. Ve işte tam da bu noktada ilahiyatta öğrendiğim iletişim dili, bana çok yardımcı oluyor. Karşımdakini yargılamadan dinleyebilmek, empati kurabilmek, bazen bir cümleyle bir kalbe dokunabilmek...
O yüzden “beklenmedik katkılar” demek yerine, bence bu bir doğal yansıma. İnsanla uğraşan her meslek, doğru bir inanç ve eğitim zeminiyle birleştiğinde anlam kazanıyor.
Bazen bara gelenlerle felsefi, dini sohbetler yaptığınız oluyor mu? O tezgâh bazen bir terapi koltuğu olabiliyor mu?
Tabii ki, bu tür derin sohbetler sık sık yaşanıyor. Ama burada önemli olan, insanlara kendi fikirlerimi dayatmak değil, onların düşüncelerine nazikçe ufak dokunuşlar yapabilmek. Benim yaklaşımım, insanların kendi gerçeklerini ve doğrularını kabul etmek üzerine kurulu. Herkesin farklı bir iç dünyası, farklı bir inanç ve anlayışı var. Buna daima saygı duyuyorum.
Bazen bar tezgâhı, gerçekten de bir nevi terapi koltuğu gibi oluyor. İnsanlar sadece bir içki içmek için değil, aynı zamanda ruhlarını da rahatlatmak, dertlerini paylaşmak için geliyorlar. Böyle anlarda, karşılıklı anlayış ve empati en değerli şey oluyor.
Bu sohbetlerde amaç, fikirlerin çatışması değil; anlamaya çalışmak, birlikte düşünmek ve belki küçük de olsa yeni pencereler açmak. Çünkü gerçek iletişim, karşıdakinin dünyasına saygı duyabilmekle başlar.
Barmenlik sizin için ne ifade ediyor? Bir iş, bir tutku yoksa bir ifade biçimi mi?
Ben barmenliği kesinlikle bir tutku olarak görüyorum. Bu iş sadece içki hazırlamak ya da servis yapmak değil; aynı zamanda insanların hayatına dokunmak, onlara farklı deneyimler sunmak demek benim için.
Özellikle ileride gerçekleştirmek istediğim hedeflerim var. Mesela, alkolsüz kokteyl mekanları açmak istiyorum. Burada, alkol içermeyen ama lezzet ve sunum açısından zengin kokteyller geliştirmeyi planlıyorum. Amacım, özellikle muhafazakâr kesimin de bu farklı tatları deneyimlemesini sağlamak. Çünkü bence lezzetin, keyfin ve sosyal deneyimin alkolle sınırlı olması gerekmez.
Barmenlik benim için sadece meslek değil, aynı zamanda insanların damak tadına ve kültürel sınırlarına saygı duyan bir ifade biçimi. Böylece hem kendimi hem de başkalarını yeni ufuklara açma fırsatı buluyorum.
Sizi en çok zorlayan, etik açıdan düşündüren anlar oldu mu meslek hayatınızda?
Tabii ki oldu. Özellikle insanların alkollü içkileri bünyelerine aldıklarında yaşadıkları değişimleri, davranışlarındaki dönüşümleri defalarca gözlemleme fırsatım oldu. Bu gözlemler, Allah’ın bize yasakladığı bazı nimetlerin aslında neden yasaklandığı konusunda derin bir tefekkür sürecine girmeme vesile oldu.
Her gözlemde, dini öğretilerin ardında yatan hikmetleri daha iyi anlamaya başladım. Bu durum beni hem zorladı hem de bilinçlendirdi. Çünkü mesleğimle inancım arasında bazen gidip gelen bu dengeyi sağlamak için sürekli olarak kendimi sorguluyorum. O anlar, etik açıdan sınandığım ve iç dünyamda derin düşüncelere daldığım anlar oldu.
Kariyerinize bambaşka bir yerden başlamış biri olarak geleceğe dair planlarınız neler?
Şu anda ilahiyatın spesifik bir alanı olan Orta Doğu ve göç meseleleri üzerine tez aşamasında olan bir master öğrencisiyim. Akademiye devam etmek, bilgi dünyamı derinleştirmek ve katkı sunmak gibi planlarım var. Ancak, bir yanım hep bu sektörde, yani barmenlik ve eğlence alanında duruyor.
Özellikle “helal daire” içinde, insanların kaliteli ve değerlerine uygun bir şekilde eğlenmelerini sağlayacak fikirler geliştirmek istiyorum. Bu konuda deneyim ve ilham kazanmak için Dubai ve Suudi Arabistan’da çalışma planlarım var. Eğer orada iş imkanı bulabilirsem, buralardan öğrendiklerimi kendi kültürümüzle, Anadolu’nun zengin İslami gelenekleriyle harmanlayarak “Anadolu tipi İslami eğlence” biçimini ortaya çıkarmayı hedefliyorum.
Bu vizyonun temelinde de şu söz var:
“Helal daire, keyfe kafidir.”
Yani helal sınırlar içinde kaliteli ve keyifli bir hayat mümkündür, yeter ki biz buna doğru şekilde yön verelim.
Tekrar ilahiyat alanına dönmeyi düşünüyor musunuz? Akademik ya da başka bir bağlamda?
Kesinlikle düşünüyorum. Aslında bu, benim için bir geri dönüşten çok, yeni ve farklı bir model oluşturma arzusu. Farklı alanlarda deneyim kazanmış, kendini geliştirmiş ve bu alanlarda kendini kanıtlamış biri olarak, ilahiyat dünyasına geri dönmek istiyorum.
Amacım, sadece teorik bilgi vermek değil; aynı zamanda sahip olduğum bu çeşitli tecrübeleri harmanlayarak, ilahiyat alanına daha zengin, daha geniş perspektifler kazandırmak. İnsanlara sadece akademik metinler değil, gerçek hayatla iç içe geçmiş, pratiğe dönük bir bilgi aktarımı yapmak istiyorum.
Bu yüzden ilahiyat alanında, hem akademik hem de toplumsal bağlamda aktif olarak yer almak benim için önemli bir hedef.
Sizce inanç ile meslek arasında bir “doğru” ilişki olmalı mı? Yoksa bu kişiye göre değişen bir şey mi?
Bence bu, insanların mesleklerinden beklentilerine ve mesleğe bakış açılarına göre değişir. Herkesin inancı ve hayatla kurduğu ilişki farklıdır; bu yüzden meslek seçimi de kişisel bir mesele.
Benim durumuma gelirsek, bu alanı seçme amacım doğrudan inanç değil, “kendi fikirlerimi hangi meslekte daha iyi geliştirebilirim?” sorusuydu. Ve şu an düşünüyorum ki, fikirlerime ve kendime en uygun mesleği yapıyorum.
Yani inanç ve meslek arasındaki ilişki, mutlak bir doğrudan çok, bireyin kendi yaşam yolunda kurduğu anlamlarla şekillenir.
Kendi hayatınızdan yola çıkarak gençlere ne söylemek istersiniz? Özellikle hayata karşı ‘çelişkili’ hisler yaşayanlara?
Çok şey söyleyebilirim ama kısaca ve öz olarak şunu paylaşmak isterim: Kendinize güvenin ve toplumun baskılarının sizi yönlendirmesine izin vermeyin. Hayat kısa ve değerli; bu yüzden bir ömür boyunca tutkuyla yapabileceğiniz işleri seçin.
Aslında iş ya da meslek değil, kendinize bir “fikir” seçin. O fikir, hayatınızın merkezi olsun. Çünkü iş, kariyer ya da meslekler elbette önemli; ama sizi o alanlara adapte edecek, anlam katacak olan fikirlerinizdir.
Hayatta bazen çelişkiler yaşanır, kararsızlıklar olur; ama güvenle yürüyenler, kendi fikirleriyle bağ kuranlar yolunu bulur. Siz de kendi yolunuzu cesaretle çizin.
Son olarak, sizinle ilgili insanların yanlış bildiği bir şey var mı? “Keşke bilselerdi” dediğiniz?
Aslında genel olarak insanlara karşı kendimi açık ve net ifade eden biriyim. Bu yüzden pek yanlış anlaşılmaktan ya da eksik bilinmekten rahatsız olmuyorum. Ancak anlamayan ya da yargılayan kişiler varsa, onlara karşı benim tek cevabım şu olur:
“Bizi Allah bilsin, bu yeter.”
Hayat, herkesin bizi nasıl gördüğünden çok, bizim kim olduğumuzla ilgilidir. Bu bilinçle yürümek, en büyük huzur kaynağı.