Erzurûm’dan ayrıldığımın üzerinden yaklaşık on dört yıl geçti. Hayâtımın bir yılı orada geçti. Ancak bana kattıkları ise yıllarca sürecek eğitimden fazladır. Bu yüzden Erzurûm’un bende yeri ayrıdır. Dolayısıyla Erzurûm’u anlatırken, aslında özlemimi anlatmış olacağım.
2005 ve 2006 yılları arasında Erzurûm’un Tekman ilçesi Küllü köyünde asker öğretmendim. Köy, Aras nehrinin kıyısında güzel bir coğrafyaya sâhib bir yer. Hiç unutmuyorum, 12 Mayıs 2005 târihinde Erzurûm havaalanında uçaktan inmiştim. O zaman yeni havaalanı yapılmamıştı. Gâyet küçük bir yeri vardı. Şimdiki hâli görevimin bitişine yakın zamanda açıldı.
Uçaktan indim. O zamâna kadar Erzurûm’a hiç gelmemişim. Hiç bilmiyorum. Elbette kitâblardan, atlaslardan falan biliyoruz ama o kadar. Görmediğin, gitmediğin yer hakkında ne kadar bilgin olabilir ki? Havaalanından çıktım. Kafamdaki ilk fikir, bir ân evvel Tekman’a gitmek. Ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Bir taksiye bindim. Dedim ki, “Tekman’a gitmem gerekiyor. Asker öğretmenim. Nasıl gideceğim”. Hiç unutmuyorum. “Hocam, şu gördüğün dağlar var ya, onun ardı Tekman”.
Gösterdiği yer ise Palandöken. Ejder tepesi, bütün haşmetiyle karşımda. İlk ân ciddî anlamda ürperdim. Nasıl gideceğim, nasıl olacak? Neyse, ünlü Mahallebaşı’na geldim. Gerçi taksici, Mahallebaşı’na girmeye korktu. Beni Karskapı’da bıraktı. Dedi ki, “Hocam, Tekman minibüslerinin hepsi buradan geçer. Burada bekle”. Bir de öyle yağlayıp balladı ki, adamı takdîr ettim. Neymiş, benim fazla para vermemi istememiş falan... Sonra neyse, Erzurûmlu bir emekli öğretmen ağabey, beni gördü. Taksiciye sağlam bir sövdükten sonra “Gel, genç kardeşim. Seni Mahallebaşı’na bırakayım” dedi. İsmi yanlış hatırlamıyorsam, Ulvi hocaydı sanırım. Neyse, yaşıyorsa, selâm olsun; yaşamıyorsa rahmet olsun. Beni Mahallebaşı’na getirdi; Tekman minibüslerinin olduğu yere götürdü, “Genç kardeşim, benim yakınımdır. Tekman’da hoca oldu. Haberiniz olsun” dedi. Sağ olsun, ondan sonra Tekman’ın bütün minibüsçüleriyle ayrılana kadar iyi bir ilişkimiz oldu.
Sonra da Horasan’a da uğrayarak, yaklaşık üç sa’âtlik bir yolculuğun ardından Tekman’a ulaştık. Böyle bir yolculuğu ise hayâtım boyunca hiç yaşamadım. İki amcayı Horasan’a bıraktıktan sonra Köprüköy’e doğru geri döndük, Çobandede köprüsünün oradan içeri girildi ve Tekman’a doğru yol almaya başladık. Söylemez geçildikten sonra bir baktım, tepeden bir kuş büyük bir hızla iniyor. Bir baktım, kartal. İniyor, iniyor. Arabanın içindeyiz ama korkmaya başladım. Yanımda bir amca vardı. “Hoca, korkmayasın. Erzurûm’da hayvan kestirmiştim. Arabanın üstüne koyduk. Hayvancağız onun kokusunu almıştır”. Gerçekten de öyleydi. Bir iki metreye kadar yaklaştıktan sonra bir geri dönüşü vardı ki, o çevikliğe hayran kalmamak mümkün değil. Bu arada Çobandede ile Hacı Ömer arasındaki coğrafya ise mükemmeldir.
Sonra Tekman’a geldik. Öğretmenevine girdim. Bir baktım, benim gibi tam altmış asker öğretmen. Herkes şaşkın. Orada bir zamandır bulunanlar ise bir şeyler anlatıp duruyor. Herkes anlatan birini buldukça dinliyor. Benim derdim ise karnımı doyurmak. Neyse, gittim bir lokantaya girdim. Zâten o günlerde Tekman’da iki lokanta vardı. Şimdi nasıldır, bilmiyorum. Muhtemelen yine öyledir. En fazla bir tâne daha açılmıştır. Girdim, ayıptır söylemesi, yedik bir şeyler. Ertesi gün de işlemleri yaptık ve göreve başladık. Herkes görevli olduğu köye yollandı, ben de Küllü’ye...
İlk akşamı, köy muhtarının evinde geçirdim. Eve girerken, gökyüzüne baktım. Hayâtımda böyle güzel bir gökyüzünü hiç görmedim. Bütün Samanyolu karşımdaydı. Samanyolu’nu hiç böyle görmemiştim. Sabâhında ise Aras’ın kurbağaları beni uyandırdı ki, o da ayrı bir güzellikti. Ondan sonraki süreçte her şey rutine dönmeye başladı. Cum’a günü, dersi bitirdikten sonra köyden ayrılıyor, pazar akşamı geliyordum. Bâzen Tekman’a, ama çoğunlukla Erzurûm’a gidiyordum. Erzurûm ile köy arası ise epey bir mesâfe. Yaklaşık 120 kilometre. Ama o yol, benim için her zaman ayrı bir zevkti. Özellikle Söylemez ile Çobandede arasında bir yer var ki, bir doğa hârikâsıdır. Erzurum’un kışında, ocak ayında bile yemyeşil, çiçeklerle dolu bir yerdi. Çünkü bölge, bir mikroiklim bölgesi. Erzurûm çevresinde oldukça yaygın olan kaplıcalardan birinin damarı orada yüzeye epey yakın geçiyormuş. Hâlâ öyle midir ya da duruyor mu bilmiyorum. O günlere dâir en büyük üzüntüm, henüz fotoğrafçılığa başlamamış- 24 mtım. Emînim ki, şimdiki fotoğrafçılığım o zaman olsaydı, muhteşem kareler çekecektim. Neyse, kısmet değilmiş. Eğer orası hâlâ duruyorsa, Erzurûmlu doğasever fotoğrafçılardan bölgenin önümüzdeki kış fotoğraflanmasını dilerim.
Neyse, Mahallebaşı’nda her inişimden sonra Kale’ye doğru yürürdüm. Tabiî, önce Mahallebaşı içinde bir Erzurûm kadayıfçısına uğrayarak... Hâlâ tadı damağımdadır ve hiçbir yerde dengini görmedim. Erzurûm’da da epey yerde yedim, onun gibisini görmedim. Adam, kendi yapar, kendi satardı. Neyse, Kale’nin oradan çıkar, Üç Kümbet ve Çifte Minâre’nin oradan Cumhûriyet Caddesi’ne, nâm-ı diğer Mecbûriyet Caddesi, çıkardım. O zamanlar Çifte Minâre, restore ediliyordu. Bu yüzden doğru düzgün gezemedim. Daha doğrusu inceleme fırsatım olmadım.
Yâkûtiye Medresesi, benim her haftaki uğrak yerimdi. Bu yüzden öğretmenevini saymazsam, medrese yakınlarındaki bir otelde kalırdım. Aslında Erzurûm’da her yer birbirine yakındır. Yâkûtiye Medresesi’nin arkasında Lala Paşa Câmiî vardır. Onun da çaprazında Taşhan da denilen Rüstem Paşa Kervansarayı. Burası İstanbul’un Kapalıçarşısı gibidir. Türkiye’nin en iyi oltu taşı ustaları burada yer alır. Eğer oltu taşı tesbîh ya da hediyelik almak istiyorsanız, almanız gereken yer burasıdır. Buranın da arkasında bir çeşme vardır ki, suyunun tadı mükemmeldir. Yanlış hatırlamıyorsam, bânîsi yanındaki câmiyi de yaptıran bir hayırseverdi.
Cum’a akşamları, bu yolu izleyip, otelde kaldıktan sonra sabah karnımı doyurduktan sonra her hafta Yâkûtiye medresesine giderdim. Kapıdaki güvenlikler de artık beni tanımıştı. O günlerde müze ücreti, bir liraydı. İlk girdiğim günü ise unutamam. Bu yüzden de anlatmak istiyorum.
Kapıdan girdim. Tavan süslemeleri muhteşem. Taş duvarların kalınlığı, tam Erzurûm’a göre... Soğuğu geçirmeyecek ve içerisinin ısısını koruyacak şekilde kalın. Sütunlar da ayrı bir şâheser. Moğol İlhanlı hanı Olcaytu Han’ın eşi için yaptırdığı bir medrese. Bütün desenleri tek tek inceledim. En ince ayrıntısına kadar... Sonra bir şey dikkâtimi çekti. Odaların kapıları çok küçük. Kapıların uzunluğu çok kısa. Bir buçuk metre ya var, ya yok. Dikkâtimi çekti. “Allah Allah, niye bütün kapılar, bu kadar kısa” dedim. Sonra yan tarafta sergilenen bir Moğol savaşçının örme zırhı ve miğferi sergileniyordu. Gittim, kendimle ölçtüm. Tam bana göre. Yâni ölçülerimiz bire bir aynı. Aynı boy, aynı omuz genişliği, aynı kollar. Sonra bir kapının karşısına geçtim, yere bağdaş kurarak oturdum. Karşımda oda var. Kapısı açık ve tam rahleye bakıyorum. Hasır ve minderlere bakılırsa da, müderris dersi verirken, yüzü kapıya dönük. Şifreyi çözmeye çalışıyorum, çözemiyorum. Sonra gözüm tekrar savaşçıya takıldı. Dedim ki, “Bu savaşçı, medresedeki bu odaya girmek istese, nasıl girer? Tabiî ki, eğilir”. Hemen kalktım, odaya yöneldim ve şifreyi çözdüm. Medeniyetin bu ince detayına hayran kaldım.
Han, kağan ya da pâdişâh bile gelse, içeri paldür küldür giremez. Selâm vermek zorunda ve içeri giren, kim olursa olsun, müderrisin önünde eğilmek zorunda. Muhteşem bir medeniyet göstergesi. Âlime bundan daha büyük bir saygı olabilir mi? Sanmıyorum...
Yâkûtiye Medresesi’ni her hafta ziyâret ettim. En son ziyâretim ise Erzurûm’dan ayrıldığım 31 Mart 2006 târihinde olmuştu. Hoşça kal, dedim. Dile kolay on dört yıl geçmiş. Bu sürede bana küs müdür ya da beni hatırlar mı, acâba? Yedi yüz küsûr yılda uğrayan sayısız insandan biri olsam da, onun dilini anlayan az sayıda kişiden biri olduğumu düşünüyorum.
Neyse, bu vesîleyle selâmımı göndermiş olayım. Erzurûm’a, Palandöken, Ejder tepesine, Yâkûtiye’ye... Unutmadığımı şehir de, medrese de bilsin... Özlendin, Erzurûm... Unutma bunu...