ASKERÎ OKULLAR VE RESİM DERSLERİ
18.Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin kaybettiği savaşlarda temel nedenin çağdaş gelişmelere ayak uyduramayış olduğu anlaşılmaya başlanmıştı. Tek çare, Batı tekniğine, medeniyetine ve fikriyatına göre askerî okullar açılmasıydı. Kara ordusunda olduğu gibi donanmada da Çeşme Deniz Muharebesi (5 Temmuz 1770), bir deniz okulunun açılmasının kaçınılmaz zorunluluk haline geldiğini açıkça göstermişti (Avcı, 1963: 1).
1773 yılında tersane ve donanmanın geliştirilmesi ve tersanede çalışanların eğitilmesi amacıyla teknik bir okul olarak “Hendesehane-i Bahri” veya diğer adıyla “Hendesehane” açıldı. 22 Ekim 1784 tarihinde Mühendishane-i Bahri-i Hümayun adı ile yeni binasında faaliyete başlayan okulda güverte ve gemi inşa subayları yetiştiriliyordu (Dz.H.O.Tarihçesi). Okulda daha çok askerî amaçlarla yeni resim teknikleri öğretilmeye başlanmış, böylece Batı perspektif kuralları ile nesneyi iki boyutlu yüzey üzerinde modle ederek göstermeye yarayan ışık-gölge uygulaması gibi kurallar resim eğitiminin programı içinde yer almıştır (Tansuğ, 2012: 51). Bu okul, İstanbul Teknik Üniversitesi ile Deniz Harp Okulu’nun da çekirdeğini teşkil etmiştir.
Kara ordusunda da özellikle teknik yönü ağırlıklı olan istihkâm ve topçu sınıflarındaki askerlerin hem kullandıkları silah ve gereçlerin tekniğini kavrayabilecek, hem de onların kullanılması için gerekli hesaplamaları yapabilecek bilgi düzeyine ulaştırılması zorunlu bir ihtiyaçtı. Artık, kullandıkları topçu silahlarının tekniğini kavrayamayan veya hesaplamalarını doğru yapamayan orduların muharebede başarılı olma şansı kalmamıştı. Bu gerçeği bizzat III.Selim de görmüş; Kağıthane Topçu Talimgâhında yapılan bir atış tatbikatını izlerken topçuluk eğitiminin ve top nişancılığının zayıf olduğuna şahit olmuştu. Bunun sebeplerini sorarak inceleme yaptıktan sonra, matematikçi İsmail Efendi’yi atış yerine çağırtmış ve talim yanlışlıklarıyla vuruşlar onun sayesinde düzeltilmişti. III.Selim, tecrübesi ile topçuluğun başlı başına bir ilim olduğuna inanmış ve okur-yazar matematikçi topçu subayı yetiştirecek bir okulun açılmasının zorunlu hale geldiğini düşünmüştü (Avcı, 1963: 11).
Böylece ordunun; haritacı, istihkâmcı, inşaat mühendisi ve topçu sınıfı personelini, çağın gerektirdiği niteliklere sahip olarak yetiştirmek amacıyla 1795 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümayun kuruldu (Cebeci, 2020: 51). 1847’den itibaren mimarlık eğitiminin de verildiği bu okul, günümüzde “Topçu ve Füze Okulu’’ adı ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin topçu sınıfına ait personelini yetiştirmek üzere eğitim ve öğretime devam etmektedir.
Askerî eğitimle başlayan bu yenileşmeler, özellikle askerî deniz okulunun açılışı, Türk eğitim tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilmektedir (Akyüz, 2020: 143).
Her iki mühendishanede de verilen bazı askerî ve teknik dersler için öğrencilere öncelikle temel çizim becerisi kazandırılması gerekiyordu. Bu amaçla Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’da topçu ve istihkâm teknik dersleri ile belirli oranda matematik ve Fransızca’nın yanı sıra resim dersleri de verilmekteydi (Ünal, 2006: 210). Örneğin Mühendishane-i Berrî-i Humayun’un birinci sınıfında okutulan Resim ve Hüsn-i Hat derslerinin (Akyüz, 2020: 145), üst sınıflarda okutulan çizime dayalı teknik ve askerî derslerde gereken becerinin öğrencilere kazandırılması amacıyla programa dahil edildiği söylenebilir. Benzer şekilde Harbiye’nin ders programlarında da resim ve çizim kurallarıyla doğrudan veya dolaylı olarak bağlantıları bulunan Resim, Harita İnşası, Topoğrafya ve İlm-i Menazır gibi dersler bulunmaktaydı (Akyüz, 2020; 147).
Harbiye ve Mühendishanedeki resim dersleri karakalem modellerden faydalanılarak, doğal nesnelere bakarak, kartpostal ve fotoğraflardan yararlanılarak veriliyordu. Resim ve resimle ilgili derslerin öğretilmesi sayesinde askerî okullara gerekli olan diğer derslerin ve bilgilerin daha iyi anlaşılması, resimle bağıntılı alanlarda çalıştırılacak olan personelin yetiştirilmesi sağlanıyordu (Terzi, 2014: 143).
Batılı anlamda resim anlayışına geçişte geleneksel resim sanatındaki bazı denemeler ile birlikte 19. yüzyılda askerî okullardaki çalışma ve çabalar bu geçişe önemli ivmeler kazandırmıştır. Özellikle askerî okulların ders programına konan resim dersleri ile ilgili gelişmelerin sivil okulları etkilemesi ve yurtdışından resim öğretmenlerinin getirilmesi bu gelişmeleri hızlandırmıştır. Bu açıdan Mühendishanede 1793 yılında verilmeye başlanan resim dersleri Türkiye’de resim eğitiminin başlangıcı olarak kabul edilmektedir (Aydoğan, 2010: 20).
Resim konusunda atılan önemli adımlardan biri de 1864 yılında Menşei Muallimin adıyla askerî okullara öğretmen yetiştirecek bir sınıfın teşkil edilmesi olmuştur. Menşei Muallim sınıfına harbiye mezunu subaylar arasından, istekli ve öğretmenlik yeteneği olanlar seçiliyor ve ilave eğitime alınıyorlardı. Bunlardan iki yıl eğitim alanlar rüştiyelerde, dört yıl eğitim alanlar ise askerî idadilerde ve Harbiye’de öğretmen olarak görevlendiriliyordu. Bu sınıfların resim şubesi “nazarî ve amelî cihetiyle çok ciddi ve çok istifadeli bir tarzda tertip edilmişti”. Resim öğretmeni olarak yetiştirilen öğrencilere Hendese-i Resmiye, Menazır ve Gölge, Resm-i Hatti, Kara Kalem Resmi, Çini ile Resim, Boyalı Resim, Modelden Resim gibi dersler veriliyordu (Yetik, 2016: 12).
Askerî okullarda bazı dönemler yabancı ressamlardan da eğitici olarak yararlanılmıştır. Örneğin, dönemin önemli ressamlarından İspanyol asıllı Şiranz (Giuseppe Schranz), İstanbul’a davet edilerek 1837-1841 yılları arasında Harbiye’de öğretmen olarak görev yapması sağlanmış, öğrencilerin suluboya çalışmalarını teşvik etmiştir (Başaran, 2014: 32). Mösyo Kes (Pierre Ques) isimli Fransız ressam ise çok daha uzun süreyle, 1846-1887 yılları arasında Harbiye ve Askerî İdadide 40 yılı aşan süreyle resim öğretmenliği yapmıştır (Yetik, 2016: 13; Tansuğ, 2012: 51).
Askerî okullarda resim derslerine çok önem verildiğini görmekteyiz. Bu konuda Türk ordusunun resim eğitiminde hocaların kendi inisiyatiflerini kullanmalarına müsaade ettiğini; daha iyi, daha rasyonel eğitimin önünü açtığını anlatan Terzi (1997: 140), 1893 yılında Kuleli Askerî Lisesi’ndeki resim eğitimini Sami Yetik’ten şu şekilde aktarmaktadır:
“Askerî liselerde o zamanın programiyle resim dersine çok ehemniyet verilmiş, haftanın bir günü sabahtan akşama kadar bu derse tahsis edilmişti. Müsait havalarda bütün sınıf mektepten kırlara ve deniz kenarlarına götürülerek manga manga taksim edilir ve her manga bir muavinin nezareti altında etüdlerine devam ederdi. Yağmurlu ve soğuk havalarda ise dershanede eşya kompozisyonları karşısında meşgul olunurdu. Lise birinci sınıfta mücessem şekilleri ve eşyayı menazıra tefikan görüp çizmek ve gölgelemek usulleri gösterilir, lise ikinci sınıfta suluboyaya başlanır, son sınıfta ise tabiattan istinsaha devam edilirdi”.
İlave etmek gerekir ki; günümüzde de askerî okullarda okutulan ve tüm subay ve astsubayların aldığı; “Topoğrafya’’ derslerinin önemli konuları çizime dayanmaktadır. Ayrıca her sınıftan tüm rütbeli askerî personele verilen “İleri Gözetleyicilik’’ derslerinde “manzara krokisi” çizimi önemli konulardan biridir. Eğitim ve tatbikatlarda da uygulanan, aranan ve denetlenen manzara krokisi çizimi, ölçekli olarak, perspektif kuralları uygulanarak yapılmaktadır. Ayrıca her seviyede icra edilecek harekâtın planlama ve takibinde çeşitli krokiler yapılmakta ve sürekli güncellenmektedir. Yapılan bu krokileri sadece yapanın değil, görevli diğer personelin de anlayabileceği, görev alanına giren konularda geliştirebileceği standartlarda olması zorunludur.
Askerî okullarda eğitim gören sanatçıların birçoğu Avrupa’ya gönderilerek resim bilgilerini daha da artırmalarına imkân sağlanmıştır. 19.yy’da Ordu mensupları, özellikle de Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’dan yetişenler, Avrupa deneyimlerini de değerlendirerek Türk resim sanatındaki değişimlere önemli katkıda bulunmuşlardır (Tansuğ, 2011: 158).
ASKER RESSAMLAR
"Asker Ressamlar" olarak adlandırılan bu kuşak, sanat tarihimizde benzerine başka kültürlerde rastlamanın mümkün olmadığı bir işlevi üstlenmiştir. Yağlıboya resim tekniğini, derinlikli ve ışık-gölgeli sanat anlayışını yabancı ve azınlık sanatçıların tekelinden kurtarmış, çağdaş Avrupa resmiyle aramızdaki mesafenin kapatılmasına öncülük etmişlerdir. Bu nedenlerle birçok kaynakta onlardan övgüyle söz edilmiş, ama alanyazında hak ettikleri ölçüde yer alamamışlardır.
Bunun en önemli nedeni de o dönemde resimlerin, sergilenmek için değil, saraya sunulmak için yapılıyor olmasıydı. Yapılan esere sanatçısı imza olarak adını yazarken adının devamına “kulları” kelimesini de ilave etmekte ve onun yanına da genellikle resmin yapıldığı yılı yazmaktaydı. Örneğin (Resim 1) Şeker Ahmet Paşa yaptığı bir resmine “Ahmet Ali kulları 1313” şeklinde imza atmıştır. Sarayın takdirini kazanmak, sanatçı açısından ödüllerin en yücesiydi ve bunu hak edebilmiş olmak, üretilmiş eserin yerini bulduğunun da göstergesiydi (Özsezgin, 2014: 12).
Bu dönemde yetişen sanatçıların çoğu askerî okullarda öğretmenlik yapmış, sonraki nesil askerî okul öğrencilerinden resme ilgi ve yeteneği olanların bu yolda gelişmelerine destek olmuşlar, hatta bazı asker ressamlar emekli olduktan sonra da sivil okullarda resim öğretmenliği yaparak resim sanatının yerleşmesine, yaygınlaşmasına önemli ölçüde katkı sağlamışlardır (Terzi, 2014: 144).
Asker Ressamlar Kuşağı ile ilgili yapılan çalışmalarda, yaş sırasına, alfabetik sıraya, okudukları okullara veya doğum tarihlerine göre farklı sınıflandırmalar (Koç ve Kaplan, 2022: 56) yapılmakta fakat genel bir bakış içeren konumuz açısından bu ayrıntı gerekli görülmemektedir.
Birçok istisnası olmasına rağmen bir genelleme yapmak gerekirse; yaşadıkları dönem, aldıkları eğitim ve yaptıkları görevler gibi doğrudan sanat yaşamlarını etkileyen faktörler nedeniyle oluşan üslup farklarının yanı sıra kuşakta yer alan sanatçıların ilk nesilleri primitif sayılabilecek resimler yapmışlar, kuşağın sonraki sanatçıları ise açık havada, doğadan çalışmalar yaparak izlenimciliğe kayan eserler üretmişlerdir. Ayrıca seçilen konularda da benzer şekilde değişim olmuş, başlangıçta insan figürüne pek yer verilmeyen peyzaj ve natürmort türü resimler yapılmışken sonraki kuşaklara doğru bu tür sınırlamalar olmadan, daha geniş bir tema yelpazesinde çalışmışlardır.
Doğum yılı itibariyle önceki asker ressamların, kendilerinden sonrakileri yetiştirdiği veya yetiştirilmesine katkı sağladığı da bir gerçektir. Örneğin; Osman Nuri Paşa ve Süleyman Seyyid, Hoca Ali Rıza’nın; Hoca Ali Rıza ve Osman Nuri Paşa, Sami Yetik’in hocalarıdır; Sami Yetik Naim Uludoğan’a hocalık yapmıştır, Naim Uludoğan’dan da Cihangir Akşit resim dersleri almıştır. Cihangir Akşit ise ileride kısaca açıklanacağı gibi yüzlerce Harbiyeliye atölye eğitimi vermiş, verilen bu eğitimlere Naim Uludoğan, Nüzhet İslimyeli gibi asker ressamlar da katkı sağlamıştır. Nesilden nesile hocalık ve öğrencilik artarak devam ederken sanatçı sayısının çoğalmasına paralel olarak üslupsal çeşitlilikte de artış yaşanmıştır.
Büyük bir bölümü bilinmese de yetişen çok sayıda asker ressamı anlatmak sınırlı sayfalarda mümkün olmayacaktır. Bu nedenle burada asker ressamlar kuşağı hakkında yeteri kadar fikir verebileceği değerlendirilen az sayıda sanatçı örnek alınarak haklarında kısa bilgilere yer verilmiştir.
Ferik İbrahim Paşa (1815-1891)
Sanat tarihimizde ilk Türk ressamı olarak bilinen Ferik İbrahim Paşa 1815 doğumludur ve Nizâm-ı Cedîd Yüzbaşılarından Konyalı Kulaksız Mustafa Paşa›nın oğludur (Dilmaç, 2009: 138).
1835 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’u bitirerek Avrupa’ya giden 10 öğrenciden 2’si resim öğrenimi için gönderilmiştir. Bunlardan birisi de Mülazım Sani İbrahim Efendiydi. İbrahim Efendi öğrenim için bir deyişe göre Viyana’ya, diğer bir deyişe göre de Londra’ya gönderilmiştir. Öğrenimden hangi yıl döndüğü bugün için bilinememektedir, ancak; Sultan Abdülmecid zamanında yurda döndüğü, Padişaha resim dersi verdiği ve bir de portresini yaptığı bilinmektedir (Dilmaç, 2009: 138).
Yetik (2016: 15), Ressamlarımız adlı kitabında ondan şu şekilde bahsetmektedir: “İbrahim Paşa’nın devir itibariyle klasik ekolün en reel terbiyesini alan bir ressam olduğuna kendi hesabıma inanacağım geliyor. Çünkü dinlediğim hikâyeye göre Sultan Mecit’in çehresindeki çiçek bozuklarını rötuş etmeksizin sayarcasına yapışı mükafat yerine kendisine acı bir mücazatı davet etmiş, bir aralık Bursa’ya sürgün edilmesine sebep olmuştur.”
Hüsnü Yusuf Bey (1817-1861)
1837’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’dan mezun olmuştur. 1848’de kolağası rütbesiyle Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’a resim öğretmeni olarak atanmış, 1854 yılında Beyşehir ve Suğla Gölü kanal çalışmaları için mühendis olarak Konya bölgesinde görevlendirilmiştir. Afyonkarahisar Mevlevihanesi, Mevlânâ Türbesi ve çevresini konu alan kroki ve resim çalışmaları yapmıştır. 1855 yılında Konya’da Karaviran Gölü’nün kaynağının değiştirilmesiyle ilgili görev almış, bölgeyle ilgili beş parça harita çizmiştir. 1856-57 yıllarında önce Viyana’da, daha sonra Paris’te sanat eğitimi almıştır. Bu dönemde Fransa’nın sanat ortamında Barbizon Ekolü ve gerçekçi resim anlayışı hâkimdir (Cebeci, 2020: 65).
Sami Yetik (2016: 18), Hüsnü Yusuf’u “Müslüman Leonardo” olarak nitelemekte ve “Mimaride fevkalade ihtisası, güzel sanatlara ilahi bir incizabı bulunduğu aşikardır. Ayasofya’nın dahil ve hariç bütün inceliklerini muhafaza ederek küçük mikyasta güzel bir maketini vücuda getirebilmesi sırf bu cezbenin tesiri altında yorumlayan ruhunun bir çalışma eseridir” demektedir.
Su birikintileri, uçsuz bucaksız kır görünümleri ve ağaçların yer aldığı doğa, o dönemdeki çoğu sanatçının olduğu gibi Hüsnü Yusuf Bey’in de başlıca ilham kaynağıydı. 1858’de İznik ve Bursa güzergâhı üzerinden Konya’ya gitmiş, yolculuk esnasında gördüğü ilginç yapıların görüntülerini kâğıda aktarmış, Akşehir ve İshaklı kasabasında kroki çalışmalarıyla birlikte notlar almıştır. 1861’de kaymakamlığa yükseltilmiş ve o yıl vefat etmiştir (Cebeci, 2020: 65).
Ferik Tevfik Paşa (1819-1866)
İlk eğitimini Enderun’da almış, 1837 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’dan mezun olmuş, Avrupa’ya resim eğitimi için gönderilmiştir. Yurda döndükten sonra askerlik mesleğinde erkânı harp reisliğine kadar yükselmiştir.
Tevfik Paşa, ressamlığının yanı sıra aynı zamanda çok başarılı da bir nakkaş ve hattattır. Büyük zelzeleden sonra Bursa Ulu Cami’nin mihrabını tezyin ve nakşetmiş, ancak bu tezyinat sonradan acemi nakkaş fırçaları ile bozulmuştur (Yetik, 2016: 34).
Yapıtları bilinemediğinden Ferik Tevfik Paşa’nın üslubu hakkındaki bilgiler söylentilere dayanmaktadır (Tansuğ, 2012: 365).
Osman Nuri Paşa (1839-1906)
1857’de Harbiye son sınıf öğrencisiyken Saray’a alınmıştır. Avrupa’da resim eğitimi almıştır. Kuleli Askerî Lisesi’nde ve Harbiye’de resim öğretmenliği yapmıştır.
Türk resminde kahramanlık içeren konuda eser veren ilk ressamımızdır (Preveze Tablosu).
Osman Nuri Paşa’nın öğrencileri olarak; Hoca Ali Rıza, Sami Yetik, Zekâi Paşa, Ahmet Ziya Akbulut gibi sanatçılar sayılabilir (http://www.turkishpaintings.com)
Askerî Lise öğrencilerinden resim yeteneği ile kendini gösterenleri defterine not alarak unutmadığı, Harbiye’ye geçtikleri sene onları arayıp bulduğu ve resimhaneye devamlarını teşvik ettiği bilinmektedir (Yetik, 2016: s.35).
“Nuri Paşa, bir zabit için resim yapmamanın bir kusur, resimden anlamamanın büyük bir irfan noksanlığı olduğuna katî bir kanaatle hüküm vermiş hocalardandı. Derslerde daima, orduda el işlerinde maharetli zabitlerin kıymetlerinden itibarlarından bahsederdi. Güzel ve doğru krokilerin meslekteki derece-i lüzumunu munis lisanının tatlı ahengiyle anlatarak genç ruhlara karşı sevdirmeye, sanat zevkini tattırmaya çok dikkat eder, ehemmiyet verirdi” (Yetik, 2016: s.35).
Şeker Ahmet Paşa (1841-1907)
1859’da Harbiye’den mezun olmuştur. Resimlerinin Padişah Abdülaziz tarafından beğenilmesi üzerine 1862’de Paris’e gönderilmiş, orada Mekteb-i Osmani’ye devam etmiştir.
Paris Güzel Sanatlar Yüksek Okulunda Boulanger ve Gerome’un atölyelerinde çalışmış, eserleri yurt dışında birçok sergiye kabul edilmiştir (Tollu, 1967: 2). Avrupa’dan döndükten sonra Tıbbiye’deki resim hocalığının yanı sıra Beyazıt, Zeyrek, Kaptan İbrahim Paşa Rüştiye mekteplerinde, Sultanahmet Sanat Mektebi’nde de resim öğretmenliği yapmıştı. Yaptığı bu görevleriyle memleket çocuklarına ve onların yakın çevrelerine de sanat zevkini aşılamaya gayret ediyor, yaptığı eserleriyle onlara Batılı anlayıştaki resimden zevk alma mutluluğunu yaşatıyordu (Tollu, 1967: 4).
Avrupa resmiyle ilk köklü bağıntıyı kuran Şeker Ahmet Paşa, İstanbul’da ilk kişisel sergiyi açan ressam olarak da sanat tarihimize geçmiştir (Tansuğ, 2011: 159).
Yaptığı natürmortlarda olduğu kadar peyzajlarında da realist bir tavır sergilediği görülür. Peyzaj ve natürmortlarında daha çok koyu tonları, ışığı ve renkleri kullanımı ile Barok bir etki yaratarak derinlik sağlamıştır. Yaptığı manzara resimlerindeki titizliği ve detaylarındaki ince işçiliği açısından dönemin sanatçısı Courbet’den etkilendiği düşünülmektedir. Şeker Ahmet Paşa, klasisist-romantik bir eğitim görmesine rağmen, yer yer Courbert anlayışına yaklaşan resimler yapmıştır (Özpınar, 2007: 19).
Süleyman Seyyid (1842-1913)
Öğrencilik yıllarında kara kalem ve sulu boya resimleriyle öğretmenlerinin dikkatini çekmiş, Maltalı Guiseppe Schrnaz ve Fransız Pierre Ques’ten ders almıştır. 1862 yılında Harbiye’den teğmen olarak mezun olduktan sonra Sultan Abdülaziz tarafından Paris’e gönderilmiştir. Burada bir süre Robert Flari ve Gustave Bloulanger’nin yanında, daha sonra dokuz yıl kadar da Alaxandre Cabanel’in atölyesinde çalışmış, Paris Güzel Sanatlar Okulu’nu bitirmiştir. Bir yıl Roma’da çalıştıktan sonra İstanbul’a dönmüş; bir müddet ressam Osman Nuri Paşa’nın yardımcılığını yaptıktan sonra Harp Okulu’nda resim öğretmeni olarak atanmıştır. 1880’de Kuleli Askerî İdadisi›ne, 1884’te Askerî Tıbbiye İdadisi›ne geçmiş ve buradan 1910 yılında emekliye ayrılmıştır. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde ders nazırlığı, Orman ve Maadin Mektebi’nde Fransızca öğretmenliği yapmış, Mülkiye Mektebi’nin kuruluşunda görev almıştır (Yetik, 2016: 51).
Üsküdar’da Nuh Kuyusu’nda büyük ahşap bir evde yaşayan Süleyman Seyyid, manzara resimlerinde çok sevdiği Çamlıca, Kısıklı, Bulgurlu, Hekimbaşı, Dudullu, Kayışdağı, Alemdağı ve Fenerbahçe’yi konu almıştır. Daha çok natürmortlarıyla tanınan sanatçı, “Leylaklar” resmi ile Paris Sergisi’nde madalya almıştır. Natürmortlarında Şeker Ahmet Paşa ve Hüseyin Zekâi Paşa gibi çağdaşlarının aksine meyve kompozisyonları yerine meyvenin kendisini ele alarak incelemiştir. Örneğin, Portakallı Natürmort’unda meyvelerden oluşan bir kompozisyon yaratmaktan kaçınarak meyvenin özünü yakalayan, portreleştiren yalın bir anlatım tercih etmiştir. Perspektif ve geometrik sağlamlık resimlerinde dikkat çekmektedir (https://arhm.ktb.gov.tr).
46 yıl süre ile askerî ve sivil okullarda öğretmenliğin yanı sıra, gazetelerde yazarlık ve çevirmenlik de yapmıştır (Yetik, 2016: 51).
Servili Ahmet Emin (1845-1892)
İstanbul›da doğan Servili Ahmet Emin, 1865’de Mühendishane-i Berrî-i Humayun’dan Topçu Mülazım (teğmen) olarak mezun olmuş ve tophane resimhanesine atanmıştır. Burada görev yaptığı yıllarda, görevi gereği resimden çok fotoğrafla meşgul olmuştur (Yetik, 2016: 23). Fotoğrafçılığı azınlıkların tekelinden kurtaran sanatçılarımızdan biridir.
1892 yılına kadar Mühendishane’de öğretmen olarak görev yapan sanatçının günümüze ulaşan az sayıda resminden biri olan “Baalbek Harabeleri” dış mekanda çalışılmış, kapalı kompozisyon olarak kurgulanmış ve kapalı formlardan oluşan bir eseridir. Sanatçı açık-koyu renk zıtlığı ile kurgulamış olduğu kompozisyonunda, tek nokta ışığını kullanarak arka plandan ön plana doğru bir derinlik elde etmiştir (Özpınar, 2007: 41).
Resim ve fotoğrafın yanı sıra, oymacılık ve heykel dallarında da başarılı çalışmalar yapmıştır (Yetik, 2016: 23).
Yaşamı sürekli çalışma ile geçmiş, gecelerini dahi az uyku ve çok meşguliyetle geçirmiştir. Aşırı çalışmaya bağlı geçirdiği uzun bir sinir rahatsızlığı sonucu 9 Ocak 1892’de vefat etmiştir (Yetik, 2016: 25).
Kaymakam Ahmet Şekür (1856-1951)
Ahmet Şekür Bey; Emin Bey ve Hüsnü Melek Hanım’ın oğlu ve Türk havacılık tarihinde önemli yere sahip olan Tayyareci Vecihi Hürkuş’un amcasıdır (https://tayyarecivecihi.com). 1875’de Harbiye’den mezun olmuş, aynı yıl Harbiye’ye tarama ve meç öğretmeni olarak atanmıştır.
1898 yılında Harbiye’deki öğretmenlik görevine ek olarak Meclis-i Maarif-i Askeriye üyeliğine de tayin edilmiştir (https://www.pulhane.com).
Hoca Ali Rıza’nın çok beğendiği ve onun hakkında büyük ümitler beslediği öğrencilerindendir. Dönemin resim anlayışı içinde ele alındığında inanılmaz bir kompozisyon düzeni ve perspektif anlayışı yansıtan Şekür’ün resimlerinin altyapısında fotoğrafların varlığı açıkça belli olmaktadır (Tarlakazan, 2017: 345).
Halil Paşa (Sözel) (1857-1939)
Halil Paşa, Mekatib-i Askeriye Nâzırı (Askerî Okullar Komutanı) Ferik Selim Paşa’nın oğludur. İstanbul’da dünyaya gelmiştir.
1874’de Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’dan mezun olmuştur. Yaver olarak atanmış, yaverliğin yanı sıra Askerî Lisede resim öğretmenliği de yapmıştır. 1880’de sanatını geliştirmek üzere Paris’e gönderilmiştir. Orada Güzel Sanatlar Akademisinde Gerome gibi ünlü sanatçıların atölyelerinde sekiz yıl çalışmış, yurda döndükten sonra Harbiye ve Tıbbiye’de resim öğretmenliği yapmıştır. 1905 yılında Müze-i Osmanî’nin müdür yardımcılığı görevine getirilmiş, 1906’da ise mirliva rütbesine terfi ettirilerek Harbiye Resimhanesine atanmıştır. Halil Paşa’nın rütbesi, 1908 Meşrutiyet’inde uygulanan Tasfiye Yasası ile yarbaylığa indirilmiş ve emekli edilmiştir. 1917-1918 yıllarında Sanayi-i Nefise Mektebi Müdürlüğü de yapan Halil Paşa yaşamının son yıllarını Abbas Hilmi Paşa’nın konuğu olarak Mısır’da geçirmekteyken yurt özlemine dayanamamış ve İstanbul›a geri dönmüştür (Terzi, 1994: 202-203).
Paris’te eğitim aldığı yıllarda klasik ve realist akımın etkisinde kalmış, Empresyonizmi ülkemize getiren sanatçılardan biri olmuştur. Boğaz resimleri, yalılar, kayıklar, resimlerinin konuları arasındadır. Anatomi bilgisi belirgindir. Kadın portreleri dikkat çekicidir. 1900’de Salon des Artistes Français’de sergilediği kadın portresiyle bronz madalya, 1936 yılında Viyana Uluslararası sergisinde altın madalya kazanmıştır (Tansuğ, 2011: 270).
Hüseyin Zekâi Paşa (1859-1919)
İstanbul’da doğmuş, ilk resim eğitimini Kuleli Askerî Lisesi’nde Süleyman Seyyid ve Osman Nuri Paşa’dan almıştır. 1883 yılında Harbiye’den mezun olmuştur.
Öğrencilik yıllarında yaptığı resimlerle Sultan II. Abdülhamid’in beğenisini kazanarak yaver sınıfına alınmış ve saray yaveri Şeker Ahmet Paşa ile çalışmaya başlamıştır. 1907 yılında Saray yaverliğine atanmış, bu görevi sırasında Yıldız Sarayı’ndaki Silah Müzesi’nin kuruluşu için çalışmalar yapmıştır.
Ressamlığının yanı sıra sanat eseri koleksiyonları yapan sanatçının ayrıca 1914 ve 1919 yıllarında yazdığı sanat tarihi kitapları da vardır. Peyzaj ve natürmort çalışmaları bulunan sanatçının İstanbul resimleri arasında III. Ahmet Çeşmesi, Ayasofya Camii gibi anıtsal mimari betimlemeleri, İstanbul’un çeşitli yerlerinden yaptığı peyzajlar sayılabilir. Erken dönemlerinde primitiflerin fotoğraftan çalışılmış resimlerini andıran bir üslupla çalışan sanatçının daha geç dönem resimleri, açık havada çalışılmış izlenimi veren ışık ve renk kullanımıyla empresyonist bir üslubu çağrıştırır (https://arhm.ktb.gov.tr/).
Bahriyeli İsmail Hakkı Bey (1863-1926)
1884 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’dan gemi inşaat mühendisi olarak mezun olmuştur ve Bahriye Nezareti İnşaat Dairesi’nde göreve başlamıştır. 1895’de görevli olarak Almanya’da bulunduğu dönemde, maaşlarının ödenmemesi nedeniyle görevinden istifa etmiş, geçimini sağlamak için Hamburg’daki Alman deniz inşaat müesseselerinde mühendis olarak çalışmasının yanı sıra resim yapıp satmıştır.
1908’de Meşrutiyetin ilanından sonra göreve başlama daveti alarak yurda dönmüş ve Binbaşı rütbesiyle Deniz İnşaat Reisliği görevine başlamıştır. 1910 yılında rütbesi yarbaylığa yükseltilmiş, üç yıl daha çalıştıktan sonra 1913 yılında emekliliğini isteyerek denizle ilgili özel çalışma hayatına atılmıştır. Bu dönemde şahsi teşebbüsü ile Paşabahçe’de küçük, mütevazı bir tezgâhta güzel motor tekneleri ve sandallar yapmıştır. Bilgisinden ve tecrübesinden yararlanılmak üzere, 1920 yılında tekrar göreve çağrılmış, İstinye’deki inşaat tezgâhında mühendis olarak vefat ettiği 1926 yılına kadar çalışmıştır.
Hoca Ali Rıza’nın kayınbiraderi olan Bahriyeli İsmail Hakkı Bey, tam anlamıyla deniz ressamlığının tekniğine hakim, deniz ve gemileri bilen bir ressamdı (Yetik, 2016: 100-106).
Hoca Ali Rıza (1858-1930)
1858’de Üsküdar’da doğduğu için sanat tarihine Üsküdarlı Hoca Ali Rıza adıyla geçti. Rüştiye’deki öğrenciliği sırasında resim derslerindeki yeteneği ile dikkat çekmiş, askerî okullarda Osman Nuri Paşa, Süleyman Seyyid Bey ve Mösyo Kess (Pierre Ques)’den resim dersleri almıştır. 1884’te teğmen olarak Harbiye’yi bitirmiş ve bu okula resim öğretmeni olarak görevlendirilmiştir. Bu dönem resimlerinde ve daha sonraki yıllarda, doğup büyüdüğü Üsküdar ve Karacaahmet’in sessiz köşelerini, kıyı kahvelerini ve güneşli kayalıklarını konu olarak tercih ettiği görülür. Resim öğretmenliği yaparak çok sayıda öğrenci yetiştirmiş, resim derslerinde kullanmak üzere desen albümleri hazırlamıştır (https://arhm.ktb.gov.tr/)
İtalya’ya resim öğrenimi için gönderileceği dönemde Napoli’de başlayan kolera salgını nedeniyle yurt dışına gidişi ertelenmiş, daha sonra da gönderilmemiştir. Harbiye’deki hocalığından başka Numune-i Terakki Mektebi ve Çamlıca Kız Lisesi’nde de resim öğretmeni olarak görev yapmıştır (Yetik, 2016: 83)
1909-1912 arasında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nde başkanlık yapmıştır.
Üsküdar’ın ve Boğaz’ın zenginliklerle dolu tepelerine tırmanır, bir kaya parçasından, bir yelkenliden, bir fıstık ağacı siluetinden, bir İstanbul ahşap evinden bin bir renk manzumesi ile şaheserler yaratırdı. Hoca Ali Rıza için realizmin en zengin temsilcisi denilebilir. Eserlerinin sayısının beş bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. 20 Mart 1930 tarihinde Üsküdar›da vefat etmiştir. (https://arhm.ktb.gov.tr/).
Ahmet Ziya Akbulut (1869-1938)
Ahmet Ziya Akbulut, 1887 yılında Harbiye’den mezun olmuş, resim eğitimini Kuleli Askerî Lisesi’nde Osman Nuri Paşa’dan, Harbiye’de Hoca Ali Rıza’dan almıştır. Mezuniyetinden sonra Erkan-ı Harbiye resimhanesine atanarak 1894 yılına kadar burada çalışmış, yüzbaşılığa yükselince Osman Nuri Paşa’ya yardımcı olarak Kuleli Askerî Lisesi’ne atanmıştır. 1894 yılında Ameli Menazır ve 1896 yılında Usulü Ameliye-i Fenni Menazır adlı eserleri yayınlanmıştır. Ahmet Ziya Akbulut sanata olduğu kadar, matematik ve astronomiye de meraklıydı. “Takvimi Ziya” olarak adlandırılan yıllık cep takvimi onun tarafından hazırlanıp yayınlanırdı. Prof. Dr. Mustafa Kaçar tarafından sadeleştirilen “Güneş Saatleri Yapım Klavuzu” isimli kitabı 2010 yılında yayınlanmıştır. 1898 yılında Mektep-i Askeriye matbaası müdürlüğüne atanan Ahmet Ziya, 1905 yılında binbaşı olmuş, 1913 yılında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti başkanlığına getirilmiştir. Bu cemiyetin gazetesinde de perspektif dersleri veren sanatçı, 1914 yılında emekliye ayrılmıştır (https://arhm.ktb.gov.tr).
1938 yılına kadar Sanayi-i Nefise Mektebinde Ulumu Riyaziye ve Fenni Menazır öğretmeni olarak ders veren sanatçı, son yılında müdür muavini olarak da görev yapmıştır. Eski Beyazıt İmareti, Sultan Ahmet Camii, Mihrişah Sultan Camii belli başlı eserleri arasında yer almaktadır. Sultanahmet Camii resimleri, öğretmeni Osman Hamdi Bey›in ona mezuniyet görevi olarak verdiği resimdir. Ahmet Ziya haftalarca at meydanına giderek açık havada, Dikilitaş yönünden caminin resmini yapar. Bu kapsamda yaptığı Sultan Ahmet Camii resimlerinin arasına, Süleymaniye Camii resimlerini de kazandırır. Ankara Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonunun önemli eserlerinden olan Mimar Sinan Türbesi de büyük olasılıkla bu dönemde yapılmıştır (https://arhm.ktb.gov.tr).
Ahmet Ziya Akbulut, öğretmen ve sanatçı olarak Türk resmine yaptığı hizmetlerinin yanı sıra, perspektif kurallar ve bunların uygulanması hakkında iki de kitap yazarak, yeni resim sorunlarının bilimsel yönünü aydınlatıcı bir rol oynamıştır (Tansuğ, 2012: 60).
Diyarbakırlı Tahsin (Siret) (1874-1937)
İstanbul’a, Askerî Lise’de öğrenim görmek için gelmiştir. Nuri Paşa’nın öğretim sistemi içinde sanatını geliştirirken Kuleli Askerî Lisesi’nden Boğaziçi’nin güzelliklerini özümsemiş, Harbiye’de Hoca Ali Rıza’nın öğrencisi olmuştur.
1895 yılında Harbiye’den Süvari Teğmen olarak mezun olmuş, deniz resimlerinde gösterdiği üstün başarının yanı sıra müzikteki maharetiyle de tanınmış bir sanatçıdır (Yetik, 2016: 107).
1902’de Sanayi-i Nefise Mektebi’ne devam eden Diyarbakırlı Tahsin’in, bu okuldaki kapalı atölye çalışma yönteminden sıkılarak ayrılmıştır (Yetik, 2016: 110). 1918’e kadar Erkan-ı Harbiye resimhanesinde ressam olarak çalışmıştır. I.Dünya Savaşı yıllarında tedavi için Macaristan’a gönderilmiş, burada da tamburu ilgi ile dinlenmiş, resimleri çok beğenilmiştir. İstanbul’a evlenmiş olarak dönmüş ve haftada bir gün Beyoğlu Musevi Mektebi’nde resim öğretmenliği yapmış, diğer günlerde de Seyr-i Sefain İdaresi’nin (Denizcilik İşletmesinin) resimhanesinde çalışmıştır. 1937 yılında Kadıköy’deki evinde hayata gözlerini yummuştur (Yetik, 2016: 111; https://arhm.ktb.gov.tr).
Mehmet Sami Yetik (1878-1945)
Kuleli Askerî Lisesi’ndeki eğitimi devam ederken öğretmeni Osman Nuri Paşa’nın teşvikiyle resim çalışmalarına başlamıştır. Harbiye’de Hoca Ali Rıza’nın öğrencisi olmuş ve ondan çok etkilenmiştir. Eyüp Baytar Mektebi’nde resim öğretmeni olarak görev yaparken Sanayi-i Nefise Mektebi’ne kaydolmuş ve buradan 1906 yılında mezun olmuştur. Mezuniyetinin ardından resim öğretmenliği yaparken 1910 yılında Paris’e resim eğitimine gönderilmiş, burada Akademi Julian’da Jean Paul Laurens’ın atölyesinde çalışmıştır. Bu süreçte klasik biçemden uzaklaşıp izlenimciliğe yönelmiş, yurda döndükten sonra Avrupa’da gördüğü yeniliklerin Sanayi-i Nefise programlarına girmesi için girişimlerde bulunmuştur.
Osmanlı Ressamlar Cemiyeti kurucuları arasında yer almıştır (https://arhm.ktb.gov.tr)
Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’nda İdadi›den arkadaşı Mehmet Ali Laga ile cephede görevlendirilmiştir. Edirne cephesinde Hasan Rıza ile tanışmış, bu sayede onun yağmalanan atölyesine sahip çıkmış, resimlerinin bir kısmının kurtarılmasını sağlamıştır. Savaşta esir düşmesine rağmen Bulgar ressamlarla kurduğu ilişkiler sayesinde esaretten kurtulmuştur.
Cephedeki görevleri sırasında yaptığı çizim ve eskizler, Şişli Atölyesi’ndeki büyük boyutlu resimlerinin temelini oluşturmuştur. Savaştan sonra gazetelerde sanat konulu yazılar yazmış, orta dereceli okullar için iki albüm hazırlamıştır. 1940 yılında “Ressamlarımız I” adlı kitabı yayımlanmıştır. Galatasaray, Ankara ve Viyana Sergileri’ne katılmış, 1945 yılında kurulan Asker Ressamlar Derneği’nin ilk kurucusu olmuştur. Savaş resimleriyle tanınan Sami Yetik’in manzara, natürmort ve portreleri de önemlidir. Hayatının son yıllarında yaptığı resimlerde konu olarak Ankara manzaralarına yönelmiştir (https://arhm.ktb.gov.tr).
SONUÇ
Evrensel sanat dünyasında kabul gören Türk sanatçılarının sayısının her geçen gün daha da artmasının yanı sıra iletişim olanak ve teknolojilerinin de çok hızlı geliştiği günümüzde artık Türk resminin öncülük yapacak askerlere ihtiyacı kalmadığı gibi günümüz asker ressamlarının da öncülük yapmak gibi bir iddiası bulunmamaktadır. Amaçları, yetiştikleri asker ocağında, kendilerine verilen büyük emekleri boşa çıkarmadan, kendilerinden önce yetişmiş kuşaklara layık, çağdaş sanat anlayışından geri kalmayan eserlerle sanat ortamında var olmak. Bu yolda çalışmalarını sürdürürken yeni yetişecek kuşaklarda sanata ilgiyi ve sevgiyi canlı tutmak, imkânlar elverdiğince geliştirmek, günümüz asker ressamlarını mutlu eden etkinlikler olacak, daha da güzellikler yaratılmasına her fırsatta katkı sağlayacaklardır.