Ne isek o oluşumuzu bilincimizin önüne koymadan özgürlüğü erek edinmek olanaklı değildir. Yapıcıları tarafından inşa edilen tarihin şimdiki diliminde kendisini hazır bulan bir birey, kendisine “ben kimim?” sorusunu yönelttiğinde öncelikle “şimdinin toprağında”1 yetişmediğini fark etmelidir. Her insan kişisi geçmişin emek verdiği, dünden bugüne aktarılan bir mirastır. Dil, günlük yaşamın adetleri, beceriler ve dertler bir kuşaktan ötekine aktarılırken mirası devralan “kendim” dediği şeyi devralır. Düşünce ediminin gerçek anlamda henüz kendini göstermediği bu noktada insanın karşısında iki olasılık durmaktadır; ya devraldığı mirası değişikliğe uğratmadan sonrakilere ulaştıracaktır ya da aldığı mirası, üzerine düşünme yetisini kullanarak değişikliğe uğratacaktır. İkinci olasılık; tarihin sürekliliğine ve özgürlüğe olanak verir. Bu olasılıkta tarih dondurulmuş bir zaman dilimi değil, yaşayanların özgürlüğe doğru yaptığı yolculuktur.
Tarih bilinci üzerinden düşünme eğilimlerinin sınıflandırılması felsefe literatüründe büyük bir öneme sahiptir. Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu “tarihsiz” olarak nitelendirdiği doğu insanı ve toplumunu “geçmiş ve gelecek bilinci olmayan tek boyutlu zamanda yaşayanlar” olarak nitelendirirken tarihten bir süreklilik edimi olarak bahseder.2 Doğulu için geçmiş kritik edilerek şimdiye çağırılmış değildir, gelecek ise hemen hemen yok gibidir. Dünle hesaplaşmayan, yarını hesaba katmayan bu düşünme eğiliminin yapıp ettikleri yap-boz tahtasına benzemektedir. Batıda ise durum tamamen farklıdır. Tarih sahibi olanların yurdunda “hiç kimse dünü inkar edemez; dünü bilmezlikten gelemez; başarılar unutulmaya terkedilemez. Çünkü batıda dünün başarılarıyla bugünün başarıları arasında bir hesaplaşma vardır. Bu hesaplaşmada pozitif olan ele alınır, yürütülür; ona yeni şeyler katılır. Negatif olan terk edilir.”3
Tarihsel süreklilik/tarihlilik; felsefenin, bilimin ve teknolojinin neden batıda üretildiğinin yanıtını verir bize. Doğu’da süreklilik ve süreç yoktur. Sürecin hazır sonuçlarını alma bu toplumların ancak dış görünüş ile ilgili olan yaşamalarını değiştirebilmektedir.4
Peki “Doğu” neden bu haldedir?
Prof. Dr. Taylan Altuğ, “Türkiye’nin Tini ve Felsefe” alt başlığında çıkardığı Hakikat Korkusu isimli eserinde bu soruya şöyle bir yanıt veriyor;
“Doğu geleneğinde, düşünme var olan şeyi karşısına bir nesne olarak koymaz ve onu bu şekilde düşünmez; düşünme içe dönerek, dilin kendisine naklettiği kutsal öze yönelir ve şeylerin özünü burada arar. Varolan, duyulara verilmiş ve düşünce (akıl) tarafından kavranabilir bir şey olarak görülmez.”
Düşünmenin karşısına nesneyi koyamamak öznenin doğumunu engelleyen şeydir. Özne – nesne ayrımının yaşanmadığı Doğu’da şeyler Tanrı ya da Mutlak’ın varlığını ima eden görünümlerdir. Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Dün, bugün ve yarın değil, mütemadiyen aynı gün yaşanmaktadır. Doğu’da “bu nedir?” diye nesneye yönelmemek, geçici olana varlık vermemek nesnenin ve öznenin Tanrı’da yok edilmesidir. Durum böyle olduğunda Tanrı’nın yeryüzünde insan diye bir halifeyi neden yarattığı sorusu da cevapsız kalmaktadır.
Altuğ şöyle diyor; “Doğu’da özgürün özgürle ilişkisi değil, fakat tözsel ilişki (yani bireyin töz tarafından yutulmuş olması) egemendir ve bu da birey bakımından bir bilinçsizlik ilişkisidir.”5
Sorun, kişinin kendini doğadan, zorunluluk alanından çekip alacak bilince ulaşmamış olmasından kaynaklıdır. Alman filozof G. W. Hegel, Doğu’nun içinde bulunduğu bu durumu “insanlık tarihinin başlangıcı” olarak değerlendirir.6 Özgürlük anlayışının tarihi olan bu tarihin başlangıcında özgürlük bir tek kişiye mahsustur. Bir sonraki uğrak olan Yunanlılar ve Romalılar’da bazı insanlar özgürken, dünya tarihini doğudan batıya doğru hareket eden bir süreç olarak okuyan Hegel’e göre son durak olan Batı’da herkes özgürdür.7
Batı ve Herkes İçin Özgürlük Meselesi
Özgürlüğün herkes için gerçekleştiği yer olarak Batı’yı gören Hegel acaba bu tespitin ardından gerçekleşen iki dünya savaşı, Yahudi Soykırımı, Irak İşgali gibi meselelere şahitlik etseydi “kendinde ve kendi için” olan özgürlük idesinin tarihte gerçeklik kazandığını yine de söyler miydi? Öyle ya; bu tür bir özgürlük evrensel olacağı için yere ayak basan tüm insan kişileri için istenmiş olmalıdır. Hegel’den sonra tarihe gelenler olarak durumun böyle olmadığını biliyoruz. Yeryüzünde bir takım insanlar özgürdür ve epeyce kalabalık olan bazıları ise değildir. Antik Yunan’dan bir adım ileri gidilememiştir. Batı’nın içine girdiği krizden çıkış yöntemi olarak zaman zaman eleştirel filozofların antikiteye geri dönüş önerileri bu bağlamdan okununca oldukça ilginçtir.
Nietzscheci ifadeyle Batı’da Tanrı ölmüştür fakat geride büyük bir boşluk bırakmıştır. Değerlerin soyuta çekilip salt biçimselleştiği Batı’da yalnızca nesne değil huzursuzluk da keşfedilmiştir. Prof. Altuğ’un yorumu dikkate değerdir; “Bunalım, kültür değerlerinin gitgide soyutlaşıp biçimselleştiği ve bunun tarih, gelenek adına ne varsa ondan kopma anlamına geldiği bir “son-durum”dur. Kültür kendi temellerinden boşalmış, temelsiz kalmıştır.”8
“Herkes için özgürlük” ifadesi başta olmak üzere söylenen sözlerin içi boşalmış, Kant’ın görüsüz kavramlarına dönen kelimeler boş konuşmaların ana malzemesi haline gelmiştir.
Doğu Batı Arasında Türkiye
Doğu ile Batı arasında coğrafi bir köprü olmanın avantajlarını ve dezavantajlarını yaşayan Türkiye, batısında (İyonya – Ege Bölgesi) felsefenin doğumuna ev sahipliği yaparken doğusunda dinin gelişimini seyretmiştir. Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı bir arada tutan bu özelliği kimi zaman şans kimi zaman da şanssızlık olarak yorumlanmaktadır. “Coğrafya kaderdir,” iması Doğu-Batı ayrımından okunduğunda sanki bir tek Türkiye için geçerli değildir. Bu coğrafyada yaşayan insanlar ne tam doğulu ne de tam batılıdır, kaderi belirlenmemiş; aynı anda hem doğulu hem batılı olma potansiyeline sahipmiş gibi durmaktadır.
“Kendinde” olan Doğu ile “kendi için” olan Batı’nın aşılarak yükseltilmiş bir sentezi olarak “kendinde ve kendi için” olma potansiyelinin bu topraklar için geçerli olduğunu söylemek mümkündür.
Peki bu nasıl olacaktır?
Öncelikle ne isek o oluşumuzu bilincimizin önüne koymamız gerekecektir. Dünya tarihini özgürlük idesinin gelişimi olarak okuyan Hegel’i dikkate alarak; içinde bulunduğumuz dönemi tanımak için “bu topraklarda şimdi, şu an “özgürlük” denilen kavram nasıl algılanmaktadır?” sorusuna yanıt aramamız gerekir.9 Şayet bulduğumuz yanıt “keyfiyet” ise bu tespitin hemen ardından “nasıl oldu da insanımız bu topraklara ait değerleri dikkate alarak bir yaşam kurmuyor/kuramıyor, değerlerin bağlayıcılığı neden erozyona uğramıştır?” sorusunun yanıtı verilmelidir.
“Bu topraklara ait değerler,” meselesi ele alınmadan bu soruya yanıt verebilmek olanaklı değil gibidir. Ne isek o oluşumuzu bilincimizin önüne koymak meselesi burada da devreye girmektedir. Hangi topraklardayız biz? Anadolu’da. Doğu ile batının kesiştiği topraklara Anadolu denilmektedir. Nedir Anadolu? Pek çok medeniyetin ve kültürün deneyimini taşıyan kadim bir coğrafya. Bugün bu coğrafyada yaşayanlar, ayak bastıkları toprağın onlara sunduğu meyve ile beslenenler (dolayısıyla her gün Anadolu toprağından doğanlar) bilincinde olmasa bile Thales’in, Diyojen’in ve hatta Kibele’nin de mayasıyla yoğrulmuşturlar.
Bugün “Biz Kibele’nin, Diyojen’in, Thales’in torunlarıyız,” denilmiyor tabi. Ama bir zamanlar öyleydi. Anadolu denilince bugün yaşayan insanların dilinde başka isimler var; Hacı Bektaş, Mevlana ve Yunus Emre.
Neden bu üç insanla övünç duyuyoruz? Ne diyor bu üç insan bize?
“Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir.” “Bizim nazarımızda kadın, erkek farkı yok eksiklik noksanlık senin görüşlerinde.” Bu sözler Hacı Bektaş’a ait .
“72 milleti bir bilmeyen halka müderris de olsa, Hakk’a asidir.” Bu da Yunus Emre. “Ne olursan ol yine gel.” Mevlana’nın bu sözünü ise tüm dünya duydu.
13. yy da söylenen bu sözler herkes için söylenmiş sözlerdir. Çinli, Amerikalı, Fransız, Iraklı, Afganistanlı, Alman… herkes için söylenmiştir. Bu sözler Anadolu’nun evrensele açılan kapılarıdır. Anadolu’da tüm insanlığı kucaklamak bu coğrafyanın henüz gerçekleşmemiş kaderidir!
Ne isek o oluşumuzu bilincimizin önüne koyacaksak öncelikle buradan başlamalıyız kanaatindeyiz. Ve ardından şu sorunun yanıtını vermeliyiz;
“Nasıl oluyor da insanımız bu topraklara ait değerleri dikkate alarak bir yaşam kurmuyor/kuramıyor?”
Elbette aydınımıza büyük iş düşüyor. Devralınmamış büyük bir miras var ortada. “Anadolu İnsan Felsefesi” üzerine kürsülerde ders verilmiyor, kalem oynatılmıyor olması Anadolu ozanlarının suçu değildir. Kaygusuz Abdal’ın derinlikli şiirleri üzerine felsefe kürsülerinde yorumsama (hermeneutik) yapılmamış olması bize ait büyük bir eksikliktir. Doğu Batı arasında tüm insanlığa seslenen birileri var bu kültürde ama biz duymuyoruz. Duyup, geliştirip insanlığa armağan etmiyoruz. Bir gün bunlar da olur ümidiyle Kaygusuz Abdal’a kulak verelim;
Bu Adem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem mânaya derler
Suret ile kaş değil
Sonuç olarak; ne isek o oluşumuzdan hareketle özgün ve özerk özneler olabileceğimizi söylüyoruz. O öznelerin nesnelere yönelişi ve nesnelerden kendilerine dönüşü yepyeni bir paradigma yaratabilir. Bu yenilik bilime, sanata ve felsefeye hakiki bir katkı olma potansiyeli taşımaktadır.