GelişimErzurumYazı

MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ…

Bir dönem sık tartışılıyordu:” Osmanlı Devleti Türklerin devleti mi?” diye. Kaynağı, Osmanlı’nın, çok uluslu, çok dinli ve çok hukuklu yapısıydı herhalde… Yeniçağla birlikte emperyal bir nitelik kazanan devlet, diğer imparatorluklar gibi siyasi ve sosyal örgütlenmeye sahipti. Parçadan bütüne doğru ele alındığında, başka uluslara ait kültür ve müesseselerin varlığı, böyle bir yoruma elverişliydi. Bazı oryantalistlerin fikir ve tespitleri, bu bakışa dayanak teşkil ediyordu. Hümanist bir çevrenin özde yanlışa düştükleri beynelmilel yaklaşıma, tarihçi İlber Ortaylı: “Ya kime ait bir devletti?” sualiyle son noktayı koydu. Diğer taraftan aynı dönem bazı milliyetçiler, Türklerin imparatorluk içerisinde özellikle yönetimden, yani saray ve sivil bürokrasiden uzak tutulmasını kendi zaviyelerinden yorumladılar. Osmanlıyı, kurucu unsura ihanetle suçladılar. Toprak rejimi nedeniyle mülk sahibi edilmeyen Türkler, zamanla askeri önemlerini de merkezi ordunun güçlenmesiyle kaybettiler. Ticaret ve zanaat gayrimüslim elindeydi, sivil bürokraside devşirmelerin…

Tüm bu suçlamalar, Devleti Aliyye’nin son dönemlerinde başlamıştı. Ahmet Vefik Paşa’nın valilik yıllarına ait bir hatırasından bahsedilir. Gezerken çarşıda bir kalabalığa rastlar ve sohbet eder. Etnik kökenlerini merak eder. Kimi Arap, kimi Arnavut kimi Rum olduğunu söyler. Nihayet üstü başı perişan bir köylü, utanarak: “Haşa huzurdan… ben Türk’üm” der. Paşa, kendisinin de Türk olduğunu, utanılacak bir durum olmadığını ifade eder. Devlet ve Vatan’ın asıl sahibi olan Türk’ün bu mahcubiyeti, Paşa’nın gözlerini yaşartır. Saray ve idareci sınıfın, Türk göçebe ve köylüsüne yönelik, “Etrak-ı bi-idrak” yani anlayışsız, kavrayışsız Türk nitelendirmeleri, tezlerine destek olur.

Cumhuriyet devrinde, Osmanlı’nın Türk unsura menfi bakışı, daha sert eleştirilerin hedefi oldu. Mülkün sahibi, mütegallibe bir Milletin ikinci sınıf bir tebaa muamelesi gördüğü iddia edildi. Dönemin edebiyatında, fikri izlerini sürmek mümkündür. Yakup Kadri, Halide Edip, Falih Rıfkı, Şevket Süreyya gibi kalemlerin hatırat ve romanları, Türk’ün önceki dönem dramına, sıklıkla yer vermektedir. Mesela yeni rejimin ilk yıllarında sıkı bir jakoben olan Peyami Safa’nın “Türk İnkılabına Bakışlar” eserindeki yazıları, devri sabık yaratan cinstendir. 1950 den sonra devrimin şiddeti azalıp, görece daha demokratik bir hava hâkim olunca, eski döneme bakışta da kısmi yumuşamalar meydana geldi. Türk Tarihi’ne bütüncül bir bakış egemen oldu. İlmi, fikri ve edebi mülahazalarda Osmanlı’nın Türk Tarihi’nin zirve noktası olduğu kabul edilmeye başlandı. Unutkanlık ve utanç, sahiplenme ve gurura dönüştü, yavaş yavaş…

Geçmişe ait tartışmalardan, bazı milliyetçilerin kafasında cevaplanmamış sorular kaldığı anlaşılmaktadır. Hala millet ve milliyetçilik mevhumlarını, tarihselliği içerisinde kavrayamamış önemli bir kitle olduğunu görüyoruz. Milleti dini inançları ile tarif etmeye çalışan, milliyetçiliği Oğuz efsanelerinden başlatan bir fikri açmazın içerisindeler. Göçebe bir halk, “Tanrı kelamını yükseltmek ve Âleme nizam vermek” ülküsüne sahip olduğu için Millet olmamıştır. Türkler eski çağda milliyetçi oldukları için Ergenekon destanını da yazmamışlardır. Gerçi nesnel bir tespitle Türkler, söz gelimi İngilizlere göre daha önceden bir millet olduklarının bilincine varmışlardır. Orhun yazıtlarından bu kanaate varmak mümkündür. Yorum, nasyonalizme mesafesi ile bilinen Şerif Mardin’e aittir. Lakin buradaki bilinç, ilkel bir “Ben ve Öteki” bilincidir. Pragmatist bir amaçtan doğmuştur. Nitekim Bilge Kağan’ın “Budun” u, hâkimiyeti altındaki bütün kavimleri ifade etmekteydi. Kendi halk kitlesi “biz”, siyasi ve amansız rakibi Çin’de “öteki” dir… Türk kelimesinin etimolojik izahı bir tarafa, budun ve il kavramları siyasi ve iktisadi bir bütünlüğü ifade ediyordu. Töre de zaten topluluğun bağlı olduğu hukuktu…

Esasen millet ve milliyetçilik modern çağın çocuklarıdır. Sosyoloji, yani insan toplumunu inceleyen bilimle, tarif ve anlam kazanmışlardır. Aydınlanma döneminde siyasal iktidarın kaynağına ilişkin, tanrısal olmayan meşruiyet tartışmaları, millet kavramını doğurmuştur. Egemenlik, kökü mazide dalları istikbalde olan Millete aittir. Millet, soyut ve mistik tanımı ile egemenliğin yegâne sahibidir. Toplumun sözleşme ile kurulduğunu iddia eden Rousseau gibi filozoflar, işin teorik yanını bu şekilde hallettiler. Sonradan egemenliği kullanacak halk ve vatandaşlık gibi siyasi kavramlarla, pratiğini oluşturdular. Fransız Devrimi ile kemale erdikten sonra, bütün Dünya’ya yayıldı. Zamanla bu anaforun cazibesine kapılmayan halk kalmadı. Gerçi İngilizler, Fransızlardan yaklaşık yüzyıl önce “Görkemli Devrim” ile bu fikrin öncülleridir. Ancak yıkıcı etki, Fransız İhtilali ile başlamıştır.

Tarihselliği içerisinde: “Bizim Milliyetçiliğimizin Batı’daki ile alakası yoktur” şeklindeki hamasetin, ilmi bir kıymeti yoktur. Son sekiz yüz yıldır, bilim ve sanata ciddi bir katkımız olmadığı gibi, düşünce hayatına katkımız da sığdır. İnsanlık tarihinde çığır açan iktisadi, içtimai ve siyasi düşünceler, Batı Medeniyeti ’ne aittir. Prof. Dr. Ahmet Arslan, esasen başka bir medeniyetin de kalmadığını iddia etmektedir. Urfalı Filozofumuz; geçmişte Mısır, Maya, Sümer gibi ayrı medeniyetlerin aynı dönemde varlığını kabul eder. Ancak küreselleşen bugünkü yeryüzünde, başka bir medeniyetin doğumuna imkân kalmadığını savunur. Temellerini Yunan aklı, Roma nizamı MAYIS 2021 33 ve Hristiyan ahlakında bulan Batı Medeniyeti, insanlığın sahip olduğu biricik medeniyettir artık…Bilim, sanat ve inanç konusundaki eğilimleri, maddi kültüre ait üretilen tüm malzemenin, arzın en ücra köşesine kadar nüfuz etmesi, Hoca’ya hak verir niteliktedir. Yani acar bir kısım politikacıların : “Kendi hikâyemizi yazmak” vecizesi ile duyguları okşadığına bakmayın. Siyasal İslamcıların “Ümmet Birliği ile Kurulacak İslam Medeniyeti” ve Milliyetçilerin “Türk-İslam Kültür ve Medeniyetinin Yeniden İhyası” özlemlerinin, lirik bir hülyadan öteye geçmesi, pek mümkün gözükmemektedir. Hikâyeyi yazan yazmıştır!

Millet ve milliyetçilik meselesine dönersek, tarihsel seyri anlatılanları doğrulamaktadır. Milliyetçiliğin tarihimizdeki özel ismi Türkçülüktür. Bizde ilk Türkçülük faaliyetleri, ilmi ve edebidir. Aydınlanmanın etkileri yine geç ulaşmıştır bu topraklara… Tanzimat’tan sonra Mustafa Reşit Paşa’nın Avrupa’ya gönderdiği talebeler, yeni fikir ve metotlarla geri döndüler. Gazetecilik girişimleri ile birlikte dilde sadeleşme çalışmaları bu dönemlere rastlar. Agâh Efendi ve Şinasi öncülük etmişlerdir. Aydınlanma, bilginin halka ulaştırılmasını hedefler. Süreli ve süresiz yayınlarla, halkın anlayacağı bir dille bilgi nakledilir. Bilgiyi elde etmek, kopyalamak ve nakletmek medeniyetin özüdür aslında… Ancak Ortaçağ sonrası, gözlem ve deneye dayalı yeni bilgi, dogmalardan kurtarılmak istenen geniş halk yığınlarına, yeni metotla ulaştırılır. Hatta Aydınlanma döneminde Diderot’un başını çektiği Ansiklopedistler, akıl çağının hazinelerini, büyük bir çalışmayla halka arz ederler. Bizde bu faaliyet XIX. yy. sonlarına doğru Ahmet Vefik Paşa, Şemsettin Sami aracılığıyla kısmen icra edilebilmiştir. Yani yüz elli yıl sonra…

Gazetecilik ve yeni fikirlerin misyonu, Şinasi’den sonra öğrencileri Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi’ye geçmiştir. Mustafa Reşit Paşa’nın büyük ümitler bağladığı bu gençler, Paşa’nın prensleri Ali ve Fuat Paşa tarafından pek tutulmamıştır. Sık sık anlaşmazlığa düşüp, soluğu Avrupa’da almışlardır. Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet söylemleri herhalde ricali devleti korkutmuştur. Sadrazamların endişelerinin kendi açılarından haklılığı, meşrutiyet söylemleri ve sonrasında yaşananlarla anlaşılmıştır. İşte milliyetçiliğin ilk izleri bu gençlerde görülür. İz demekteyiz, zira onlardaki “Vatan” ve “Millet” kavramları oturmuş bir düşüncenin ürünü değildir. Özellikle Namık Kemal için… Bu kavramları kullanırken, Osmanlı tebaası ve siyasi sınırlarını düşünür. Bir Türklük bilinci oluşmamıştır. Üçlü içerisinde, düşünce ve eylemleri karışık, namı diğer “Sarıklı İhtilalci” Ali Süavi’de biraz daha net bir Türklük bilinci görünür. Her ne kadar Osmanlı Milliyetçiliği yapsalar da, fikirleri ile etkiledikleri Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Hüsnü Paşa gibi devlet adamları, daha net bir Türkçülük çizgisi taşırlar. Türk dili, tarihi, kültürü zikredilir. İlmi Türkçülük, XVIII. yüzyıldan itibaren Batılı Türkologlar eliyledir. Fransız, Macar, Rus gibi tarih, dil, etnograf ve antropologların eski Türk tarih ve kültürüne dair eserleri, Şıpka Kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa tarafından askeri okullarda okutulmaya başlanır. Türk Milli Tarih ve Kültürü’nün tedrisi, bu dönem de başlar. Ve yüzyılın sonunda yetişen ilk Türkçüler, yine bu dönem ekilen fidanın meyveleridir...
Tespitlerimize göre, ilmi ve fikri olmak iddiasıyla yazılan ilk eser “Eski ve Modern Türkler” isimli kitaptır. Müellifi Mustafa Celalettin Paşa, Şair Nazım Hikmet’in annesi tarafından büyük dedesidir. Polonya mültecisi olan Paşa, Osmanlı Ordusu’nda subay olarak bulunmuş, büyük yararlılıklar göstermiştir. Fransızca olarak yazdığı kitap 1869 da basılmıştır. 2014 yılında ilk defa Türkçe ’ye çevrildikten sonra, bizde okuma fırsatı bulmuştuk. Anıtkabir’de, Atatürk’ün okuduğu kitaplar bölümünde, Fransızca bir nüshası vardır. Mustafa Kemal bu eseri, yanlarına not alarak, satırların altını çizerek okumuştur. Bilimsellikten uzak görüşler bulunsa da, ilklerden olması ve aslı Türk olmayan biri tarafından Türklük sevdası ile yazılması önemlidir.
Entelektüel Türkçülük faaliyeti Şemsettin Sami etrafında şekillenmeye başlar. Adeta müritleri olan Bursalı Tahir , Necip Asım, Veled Çelebi gibi gençler, dil üzerine yeni bir ekol oluştururlar. Türk diline büyük hizmetleri olan Şemsettin Sami de aslen Arnavut’tur. Çevresinde oluşan, edebi Türkçülük faaliyetlerinin müdavimlerinden, Mehmet Emin Bey, “Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur” diye başlayan mısralarıyla, müphem bir taraf bırakmadan milletinin adını bütün âleme ilan eder.
Aynı dönemlerde Osmanlı toprakları dışında yaşayan Türk münevverleri arasında da ilmi ve edebi Türkçülük faaliyetleri görünmektedir. Kazan’dan Akçuraoğlu Yusuf, Kırım’dan İsmail Bey Gaspıralı, Azerbeycan’dan Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali ve biraz daha öncesinde Ahundzade Mirza Feth Ali Bey gibi isimler Türkçülük faaliyetlerini yürütürler. Gaspıralı dışındakiler sık sık İstanbul’da gelirler. Öyle ki baskının arttığı yıllarda Yusuf Bey ve diğerlerinin Osmanlı’ya girişleri bile yasaklanır. İşte bu nedenle, Türkçülüğün siyasi manifestosu kabul edilen “Üz Tarz-ı Siyaset” isimli makale, 1904 yılında, ilk defa Mısır’da Türk isimli gazetede üç sayıda tefrika edilir.
Malum olduğu üzere, Abdülhamit’in baskıcı rejimine karşı, meşrutiyet yanlısı hiziplerin bir araya gelmesi ile kurulan İttihat ve Terakki Hareketi, bu tarihlerde giderek kuvvetlenmeye başlamıştır. Nüveleri ilk defa 1890 ların başında oluşan gizli cemiyetin, o yıllarda siyaseten Türkçü bir çizgide bulunmadığı açıktır. Çok sonraları, 1910 lu yıllarda davet üzerine Selanik’ten İstanbul’a gelen Ziya Gökalp ile birlikte, İttihat ve Terakki’de güçlü Türkçülük rüzgârları esmeye başlar.
Ziya Gökalp Türk Milliyetçiliği fikriyatında gerçek bir kilometre taşıdır. Nazari ve ameli bakımdan dönemini ve sonrasını çok etkilemiştir. Durkheim sosyolojisini ve Leon Cahon’un tarihini çok iyi bilmektedir. Hatta Durkheim’in Ziya Bey’in bazı yazılarını okuyunca, şarkta kendisini bu kadar iyi etüt etmiş birinin bulunmasına hayret ettiği söylenir. Büyük bir düşünür olan Ziya Gökalp, Türkçülüğün tartışmasız en büyük teorisyenidir. Yanı sıra vefatının ardından Mustafa Kemal: “Biyolojik babam Ali Rıza Bey’dir. Fikirlerimin babası ise Ziya Bey’dir” üzüntülü sözleriyle ne kadar etkilendiğini ifade eder. Gökalp’in bir şiirinin: “Bir Ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur” diye başlaması ve bir zaman sonra Atatürk’ün tasarrufu ile ezanın Arapça okunmasının yasaklanması bir arada düşünülürse, Cumhuriyet Devrimleri üzerindeki etkisi, daha iyi anlaşılabilir.

Gökalp’in fikri ve ilmi etkileri, altın zincir diye nitelendirilen Mümtaz Turhan ve talebesi Erol Güngör incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Gökalp sosyolojiyi, Turhan tecrübi psikolojiyi bu topraklara taşıyan âlimlerdir. Erol Hoca, kültür ve medeniyet çözümlemeleri ile Türk Milliyetçiliğini en iyi etüt eden bilim insanımızdır. Maalesef bu üçlünün arkasından Türkçülüğü imar eden ve yeni bir şey söyleyeni bulmak zordur. Fikri derinlik bakımından, belki merhum Durmuş Hocaoğlu istisna tutulabilir…

Elbette Türkçülük fikri üzerine, Cumhuriyet sonrası kalem ve kelamı ile eğilmiş, başka birçok isim vardır. 1940 dan sonra Hüseyin Nihal Atsız’ın coşkusu, 1970 den sonra ilk defa Türkçüleri siyasi olarak bir araya getiren Alparslan Türkeş’in aksiyonu önemlidir.

İsimlerden ziyade, Milliyetçilik fikrinin Ülkemize nasıl dâhil olduğuna ilişkin birkaç kelam etmek istemiştik. Türk Milliyetçiliği fikrini ifade eden Türkçülüğün, XX. yüzyıl başından itibaren ilmi, edebi, fikri ve siyasi serüveni ayrı bir bahistir. Bu mevzu hakkında bizim inceleme imkânı bulduğumuz eserleri, yetersiz bulduğumuzu itiraf etmek isterim. Yaşayan birkaç akademisyenin çalışmalarındaki özensizlik ve sathilik gözümüze çarptı. Hala en kıymetlileri, mahsus Türkçülük üzerine olmasa dahi, Hilmi Ziya Ülken ve Bernard Lewis’in, emek ve metodoloji bakımından, o değerli çalışmalarıdır herhalde... Yusuf Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” eseri, aynel yakin bilgiler nedeniyle kıymetlidir. Lakin vefatı dolayısıyla sadece bir döneme hasredilmiştir.
Bizim anlattıklarımız ise, genç araştırmacılar için belki bir anahtar ya da eğer ömür vefa ederse, ileride yazacaklarımıza mukaddime olur…

Av. Uğur ALKUŞ