İmam-ı Gazâli El Munkiz Mine’d Dalâl kitabında: “Göç’e hazırlan göç’e! Geride ömrünün pek azı kalmıştır. Önünde uzun bir ahiret yolculuğu var. Bugüne kadar elde ettiğin bütün ilim ve amel hep riya ve gösteriştir. Şimdi ahiret için hazırlık yapmazsan ne zaman hazırlanacaksın? Dünya ile alâkanı şimdi kesmezsen ne zaman keseceksin?”
Göç, yolculuk, dünya, ahiret, riya, hazırlık… Bütün bu kelimeler şimdilerde ne mana ifade ediyor acaba? Gerçekten bir manaya sahip mi bu kelimeler anlam dünyamızda? Ya da var mı bir anlam dünyamız? Göç deyince bir mekândan başka bir mekâna hareketi mi anlıyoruz acaba? Yolculuk yalnızca fiziki mesafeler arasında gelip gitmekten mi ibaret? Hiç kendi içimize, gönül ülkemize yolculuk ettik mi? Yada gönül ülkesi diye bir yerden haberimiz var mı? Yoksa riyakar kelimelerle, millete hoş görünme ikiyüzlülüğüyle orayı da mı yağmaladık? Sahte mimiklerle, yalancı tebessümlerle insanları etkilemek dışında hiç bir şeye yaramıyor mu yoksa gönül mönül kavramlarımız? Dindarlar olarak içimizdeki öfkeyi, ezikliği, öç alma duygusunu cazibeli kavramlarla, din soslu öğretilerle süsleyip insanları mı kandırıyoruz yoksa?
Varoluş sancısıyla, yalnızlığın endişesiyle düşüncenin, tefekkürün yollarına vurduk mu kendimizi? Yoksa dinden bir güvenlik alanı sağlayıp sızılarımızı dindirdik mi? Kalabalıklardan, yığınlardan kaçıp hakikati arama yolculuğuna yeltenebildik mi? Yoksa rahat koltuklarımıza uzanıp Cennet rüyalarına mı daldık? Bütün ezberleri, gelenekleri, evrensel yargıları bir yana bırakıp, üzerimizdeki bütün zırhları soyarak varlık savaşına girişebildik mi zamanın harp meydanında? Yoksa öğrendiklerimizi başkalarına satarak rahat yaşamayı mı hedefledik? Önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda hiç kimse olmadan, hiç kimseye görünmeden, hiç kimseyi görmeden iman edebildik mi? Yoksa iman showmanlığı yapıyoruz ekranlarda? İmanın yalnız süvarisi olabildik mi? Önce ferd olup sonra cemiyetle bütünleşebildik mi? Yoksa cemiyetler, cemaatler, camialar ferdi, insanı yok eden, öğüten mekanik tezgâhlara mı dönüştü? Beklenti içinde olmadan bekleyebildik mi? Yoksa attığımız her adımımız, her hesabımız dünyevi bir makam, mevzi kazanmayı ve bu makamı, mevziiyi korumak için en yakınlarımızı bile feda etme üzerine mi kurulu? Uzun yola çıkma düşü gördük mü? Yoksa bütün düşler kısır ve kısa mı?
İslam Dünyası… Eğer öyle bir dünya varsa bugün söylediğiyle yaptığı en çok çelişen, sürekli kendini yalanlayan, inkâr eden başka bir dünya yok. Sürekli kendimizle çelişiyoruz. Konuşurken yada anlatırken kendimizi zamandan ve mekândan soyutlayarak pir ü pak insanlarmışız moduna giriyoruz. Konuşurken kendimizi unutuyoruz. Kendi dışımızdaki bütün insanların nasihate ihtiyacı olduğunu zannediyoruz. Müstağnilik yapıyoruz, kibirliyiz. Ne yazkki anlam dünyamız, inanç öğretimiz kibirli olmayın diyor. İçimizde acayip bir vaaz verme çılgınlığı var.
Gazâli yaklaşık 900 yıl önce söylemiş “göç’e hazırlan” diye. Hem söyleyene hem de söylenene ayrıca dikkat kesilmek 30 GELİŞİM ERZURUM gerekir. O, zamanında Nizamiye Medreselerinde 300 seçkin öğrenciye ders veren bir müderris… Hem de Nizamiye Medresesinin yöneticisi. Devlet adamlarının iltifatlarına mazhar. Çok önemli biri… Döneminin ilmen ulaşılabilinecek en zirve noktasında. Makam mevki, şan şöhret, ilim sahibi… İşte “göç’e hazırlan, göç’e!” çağrısına kulak vererek dünyevi bütün makamları, serveti, şan şöhreti bırakarak yola çıkıyor. O sıralar konuşacak, dertleşecek kimseyi bulamıyor. Herkes dünyaya yönelmiş. Onun eylemi ise Allah’a yönelip, kalbin dünya ile ilgisini kesmek… Kendini içine alıp ahireti unutturan meşgalelerden sıyrılmak… Böylece İmam-ı Gazâli bütün makamların, koltukların, dünyevi mevkilerin hiçliğini işaret ediyor. Dünyanın geçiciliğini, aslolanın ahiret olduğunu… Ahiretin ise burada, dünyada kazanılacağını…
O dönemlerden bugünlere çıkıp geldiğimizde aslında değişen, farklılaşan pek fazla bir şeyin olmadığını görüyoruz. Düşüş, irtifa kaybı, medeniyet zaafı günümüzde de tüm hızıyla devam ediyor. Çağrıya, davete kulaklar kapalı… Gazâli bugün yaşasaydı eminim riya ve gösterişin yanına makam, mevki, koltuk sevdamızı da eklerdi. Hani ilim ve amelimiz hep riya ve gösteriş diyor ya şimdi ilim amel sahibi insanları geçtik hiçbir meziyeti, liyakati, becerisi, yeteneği olmayanlar bürokrasinin herhangi bir kademesinde bir makam, bir koltuk kapmak için kendini bile feda edecek durumda. Hiçbir değer, ilke yok!… Müslümanlar ne yazık ki dehşet bir yozlaşmanın içinde. Elimizden, dilimizden hak sadır olmuyor. İmam-ı Gazâli’nin söylediği gibi hep riya ve gösteriş… Bütün mü’minlerin eşitlendiği, kimsenin kimseye üstün olmadığı camilerimizde bile bürokrasinin protokol kuralları geçerli. Protokole girenler ayrıcalıklı… Hac ve Umre ziyaretleri hem turistik geziye dönüştürülüyor hem de sosyal yaşamda bir statüko üstünlüğüne… Gerçi şu günlerde koronavirüs bütün insanlığı eşitledi. Hizaya soktu.
Riya ve gösteriş cemiyeti çürüten, içten içe yıkan bir büyük hastalık. Samimiyetin olmadığı, insanın kendine bile saygı duymadığı ortamlarda riya şaha kalkar. Ülkenin üzerine bir karabulut gibi çöker ve hem ferdi ve hem toplumu karanlığına alarak boğar. Menfaat için, dünyevi kazanç için olduğundan farklı görünmek, sevmediğini seviyor gibi gözükmek, hayatın ya da varlığın merkezine Allah’ı koymak yerine beğenilmek, alkışlanmak için insanları kandırma, yalan dolanı meslek edinme riyadır. Riyakârlık ve mürailik aslında şirk anlamına da gelir. Aynı zamanda riya cemiyette önü alınamaz bir tiksinti uyandırır. Kalbiyle dilinin, aklıyla gönlünün aynı şeylere inanmadığı, aynı şeyleri söylemediği riyakârlar ya da mürailer insanlar arasındaki cemiyet olma bağlarını da zayıflatarak cemiyetin dağılmasına yol açarlar. Kendine güvenmeyen, gücünü makamdan, oturduğu koltuktan alan ya da makamını dolduramayan kişiler ancak trajikomik bir oyunda figüran olurlar.
Her şeyin dünyadan ibaret olduğu yanılgısına gerçekmiş gibi inanmak, ahireti bu dünyaya feda etmek, yolculuğu ancak fiziki mesafelerden ibaret görmek, kendi dışımızdakileri ya da kliğimize, grubumuza katılmamış olanları dışlamak, öteki diye tanımlamak, kendimizden olanı kollamak, kendimizden olmayanı yok saymak aslında en büyük zavallılık, korkaklık… Acınası bir durum… Daha acınası bir durum da bu oyunu, tiyatroyu, dekoru gerçekmiş gibi görmek ve dünyayı bu dekordan ibaret zannetmek…
Her şeyin sahtesi, riyası gerçekten kötü. Riya pazarlamak, düşünce pazarlamak, din pazarlamak en kötüsü… Ne demişti büyük düşünür El-Kindi: “Bir şeyin ticaretini yapan, onu satar. Sattığı ise artık kendisinin değildir. Dolayısıyla din ticareti yapanın dini yoktur.”