Şehirleri var eden bir ruhtan bahsedilir. Bir de şehirler ruhlarıyla yaşar, derler. Gerçekten de öyledir. Lâkin her şehrin bir ruhu var mıdır, derseniz, yoktur, deriz. Erzurum, ruhu olan ender şehirlerden biridir… Bu şehre, bu ruhu veren de insanıdır. Bu memleketin taşını, toprağını yıkabilir, yok edebilirsiniz; ama o ruhu asla yok edemezsiniz!
Bunun farkına varmış bir yazar olan ünlü edebiyat tarihçimiz ‘Ahmet Hamdi Tanpınar’, ‘Beş Şehir’ adlı kitabında dört şehri ele alırken o şehrin taşını, toprağını, tabiatını öne çıkarmıştır.
Üç farklı tarihte geldiği, insanını çok yakından tanıdığı, çok iyi dostlar edindiği Erzurum’u anlatırken ise Tanpınar, insanı ön plana çıkarmıştır. O biliyordu, bu memleketten, adam gibi adamlar yetiştiğini de, onun için ‘Beş Şehir’in ‘Erzurum Faslı’nı kaleme alırken bu şehrin insanını öne çıkarmış; her birisi diğerinden ârif olan insanlarına dikkat çekmiştir. Erzurum’umuzda, ‘Dümdüz, dosdoğru, eğrisi olmayan, karakteri düzgün, vicdan sahibi, namuslu’ insanlar için kullanılan bir ‘Düz Adam’ tabiri vardır. Bu söz, genellikle otorite sayılan, bulunduğu camiada hal ve hareketleriyle örnek olan insanlar, ‘Adam gibi adamlar’ için kullanılır! Eskiden bu tür insanların isimlerini ve yaptıklarını çokça duyar işitir, kulağımıza küpe edinirdik.
O insanlar, genellikle mahallesinin, şehrinin, bağlı olduğu esnaf kuruluşunun ‘Ağabeyisi’, sözünün üstüne söz söylenmeyen örnek ve önder şahsiyetler olurdu. Bunlar ‘haddini bilen’, ‘kendini kaybetmemiş’, ‘alanda satanı, satan da alanı gözeten’ şahsiyetlerdi ve Erzurum’da da bu tür bir ticarî anlayış hâkimdi. İşte böyle şahsiyetlerin ve bu tür bir ticarî anlayışın anlatıldığı bir yazıyı, yılların gazetecisi, Anadolu Ajansı’nın ilk temsilcilerinden Erzurumlu bir büyüğümüzün, Veysel Salman’ın kaleminden aktaracağız.
Erzurum’da ‘Dıreşler’ diye bilinen ailemizi ve ‘Dıreş Memet Efendi’ diye nam salan, aşırı derecede titiz, anormal derecede disiplinli, giyimine kuşamına dikkat eden biri olan dedemizi yakından tanıyan ‘Ajansçı / Gazeteci’ diye tanınan Veysi (Veysel) Bey Amcamız, Genel Yayın Yönetmenliğini kendisinin yaptığı, Ankara’da yayınlanan 12 Mart 1974 tarihli ‘Dadaş’ adlı derginin 9, 10 ve 11. sayfalarında yer alan ‘Tarihte Erzurum’un Ticaret Hayatı’ başlıklı yazısında ‘Manavlar Loncası Şeyhi’ diye andığı Gürcükapı’nın mihenk taşı, kuruluşu Cumhuriyet öncesine dayanan, manavlık ve kadayıfçılıkla ilk olarak iş hayatına atılan, ‘Elmalı’ müessesesini kardeşi Hafız Hakkı Bey ile birlikte kuran kadim esnaflardan ‘Mehmet Elmalı’dan dinlediği bir olayı şöyle anlatmıştır:
“… Hasretini çektiğimiz ticarî ahlâk nedir?
Hasretini çektiğimiz ticarî ahlâk, vicdanların sesini duyuracak bir şuura sahip olmaktır, diyebiliriz.
… (Bu yazımızda) Erzurum’un ticarî hayatının kısa bir panoramasını çizecek ve Mehmet Elmalı (Dıreş Mehmet Efendi) merhumdan dinlediğim, Türk seciye ve ahlâkına dair nefis bir hikâye nakledeceğim…
Demiryolu Şebekesi henüz Erzurum’a bağlanmadan önce şehrin yaş meyve ihtiyacı yakın vilâyet ve kazalardan temin edilirdi. Tortum, Oltu, Narman, hususiyle Yusufeli’nden at sırtında ve büyük sepetler içinde enfes meyveler getirilirdi. Atın sırtına semer vurulur, semerin sağ ve sol tarafında kalın iplerle bağlanmış ve üzerleri at kılından dokunmuş enlemesine dört kanat (kanatların biri siyah, biri beyaz) küçük ebatta cecimlerle (kilimlerle) örtülü sepetlere de meyveler yetiştirilirdi. Atın yükü ne olursa olsun, iki sepete birden ‘Tay’ denilirdi. Bilfarz (farz edin ki) sepetlerden birisinde kiraz, ötekinde de yaş dut olsun; bir hayvanın taşıdığı yük ‘Tay’dır. Üç, beş…, sırasına göre on hayvan yükü birlikte yola çıkarlardı ki, hepsine birden ‘Kervan’ tesmiye edilirdi (isimlendirilirdi). Kervanlar geceden yola çıkar, serinde yol alırlardı.
Kervanın hangi gün ve hangi saatte şehre geleceği pek malûm olmazdı. Umumiyetle hareketi takip eden günün ikindi vakti, şehrin Kuzey Doğu’sundaki Soğukçermik köyüne ulaşır ve orada kısa bir mola verirlerdi. Soğukçermik köyü o tarihlerde bu mikyastaki (ölçekteki) bir ticaretin nev’ema (yeni icat) transit merkezi sayılırdı. O sebeple anayolun kenarında bir küçük han ve bir de kahve vardı. Kahve, günün her saatinde canlılığın muhafaza eder, içerde laûbalilikle samimiyet arasında bir hava eserdi...
Erzurum’da yaş meyve satan dükkânlara ‘Bakkal’ denilirdi ki, bakkallarda kuruyemişle birlikte, yağ, peynir vesaire de bulunurdu. ‘Manav’ tâbiri ise, yakın günlere kadar yaş meyve komisyoncuları için kullanılırdı. Yaş meyve satan bakkal dükkânlarının rüknü de ‘Taycı’lardı. Taycılık alelâde bir iş değildi; adetâ bir müessese idi. Her babayiğit ‘Taycılık’ yapamazdı! ‘Taycı’da aranılan hususiyetler vardı. Meselâ gözü açık olacak, atletik kabiliyeti bulunacak, eli ayağı düzgün ve iyi tezgâhtarda aranan vasıfları nefsinde topladığını ispat edecekti ki, mesleğe alınabilsin.
Taycılar, lâcivert ‘zığva’ ve Dadaş yeleği giyinir; önlerine de siyah bir peştamal bağlarlardı. Kervana gittikleri zaman peştamallarını dürer, ucunu zığvalarının yan tarafına sokarlardı. Bu tedbir, kervana karşı koşmalarını kolaylaştırmak için alınırdı. Sonra iyi koşabilmek için ayaklarına da ‘Cıstik’ denilen, burunları sivri, fontsuz, çorap gibi ayağı saran hafif bir ayakkabı takarlardı.
Sekiz on taycı Erzurum’dan birlikte yola çıkar, takriben yarım saat mesafedeki Soğukçermik köyüne tam bir cümbüş havası içinde girerlerdi. Köyün, zemini toprak, kâgir kahvesi taycılar geldiği zaman romantizmin şahikasına yükselirdi. İskemle falan hak getire... Duvarlara ne zaman monte edildiği meçhul emektar peykeler, siyatikten mustarip hastalar gibi iki büklüm olmuş; şöyle bir ilişeyim dediğiniz zaman, ayaklarınız yerden kesilir, sırtınız duvara yapışırdı! Kahvenin bu kompozisyonu, taycılar için bulunmaz bir sermaye idi...
Kahveyi yakın zamanlara kadar, o köyden İsmail Emi işletirdi. Nekre, hazır cevap bir adamdı, rahmetli. Gez köyünün kahvecisi meşhur Hakkı Bey’in nüsha-i sânisi (ikinci bir kopyası)... Taycı Zabit, muttasıl (devamlı olarak) Emi’ye takılırdı:
—İsmail Emi, bugün Belediye Reisi dükkâna gelmişti ne dedi biliyor musun?
—Ulan Belediye Reisi’nden bana ne? Ne derse desin...
—Dedi ki, Soğukçermik’teki kahvenin küşadı (açılış izni, ruhsatı) yokmuş, orayı kapatacağım.
—Reis, küşatsız mağazalar yerine, murdar derelerden başlasın!
der ve bir kalemde Belediye Reisi’ni harcardı...
Tabi taycılar iki de bir kapıya çıkar, ‘Tafta’ istikametine bakarlardı ki, kervan geliyor mu? Kervanı gören taycı tabanları yağlardı. Biri koştu mu, ötekiler de peşinden… Bugün benim diyen atlet, o taycılar gibi sür’atli koşamazdı, diyebilirim. Kervan’a ilk mülâki olan (ulaşan), önce tayların malına bakar, sonra da talip olduğu ‘Tay’ın üzerine peştamalını atardı. Bazen taylar, taycılara yetmez, bir kısmı pek meyus olurdu (üzülürdü). Tay tutamayanlar ister istemez bir müddet köyün kahvesinde ikinci bir kervana intizar ederdi (beklerdi).
Taycılardan benim tanıyabildiklerim; Zabit Çavuş, Bavo Dadaş, Torun, Koço, İnco, Sabit Bey, Ağa Gülüm bunlar pek meşhurdular. Zabit Çavuş dediğim; erkek güzeli, esmer, sırım gibi, kaytan bıyıklı, karakaş, kara göz, uzun boylu bir delikanlıydı.
Kervan Erzurum’a Kilisekapısı’ndan girer ya Gölbaşı’nda Mansuroğlu Hanı’na ya da Gürcükapısı’na gelirdi. Sepetleri, taycılar atlardan indirir, mal sahipleri -ki bunlara ‘Yolcu’ denirdi- hayvanlarını hana çekerlerdi. Yolcu, tartı ve fiyat muamelelerine katiyen karışmaz, bu işleri manavlar (komisyoncu) ikmâl ederdi.
Manavlık, eski ‘Lonca (korporasyon) Teşkilâtı’nın tâbi olduğu disiplinle idare edilirdi. Lonca’nın en salâhiyetli mevkiini, yâni şeyhlik makamını merhum Elmalı Mehmet Efendi temsil ederdi.
Mehmet Efendi, uzun boylu, iri yapılı, va’kur ve heybetli bir zât idi. Merhuma, bu fizikî yapısından kinaye ‘Dıreş’ lâkabı takılmıştı. Ona bu şeyhlik unvanı rastgele verilmiş değildi. Mehmet Efendi, ince ruhlu, son derece zarif; hususiyle itimada şayân bir manavdı!
Yusufeli’nde de ‘Zorba’ isminde bir bağ sahibi vardı. Yetiştirdiği üzümlere ismine izafeten ‘Zorba Üzümü’ denirdi. Zannetmiyorum ki, bugün dünyanın hiç bir yerinde o üzüm kadar nefis bir üzüm bulunsun! Taneleri orta büyüklükte bir ceviz kadar olan ‘Zorba Üzümü’, pek ince zarlı, çekirdeksiz ve şeffaftı...
Yolcular geceyi Erzurum’da geçirir; ferdası (ertesi) gün Gürcükapısı Camii’nin yanındaki büyük kahvede hesap görülürdü. Manav kâtiplerinin tuttukları defterlerde her yolcunun meyvesinin cinsi, miktarı, tutarı, manav ücreti hesap edilerek, ödenecek bedel bir kalemde gösterilirdi.
Dıreş Mehmet Efendi bir gün Zorba Ağa’nın üzümlerinin hesaba göre semenini tediye ediyor (ödemesini yapıyor). Ağa parayı sayıyor, bakıyor ki, daha önce aldığı paralardan fazla... Bir yanlışlık yapıldığı mülâhazasıyla (düşüncesiyle) Mehmet Efendi’ye diyor ki:
—Efendi! Yük aynı, para fazla; bu hesapta bir yanlışlık var!
—Zorba Ağa! Yük aynı ama; mal iştihar (yâni talep arttı); batmanını 60 kuruştan verdik.
Zorba Ağa, kemafı’s-sabık (daha önceki) 50 kuruş üzerinden hesap yaparak hakkını alıyor ve mütebakisini (üstünü) de Mehmet Efendi’nin önüne sürerek:
—Yok Efendi, fazla alırsak, gelecek sene bizim ağaçlar bar (semere, mahsul) vermez, diyor...
Medenî âlemde din, ahlâk ve hukukun müttehidü’l-merkez (merkezleri bir, müşterek daireler) olduğu hakkındaki görüş ve anlayışta bugün herhangi bir tebeddülât (değişiklik) yoktur. İnsanoğlunu her çeşit fenalıktan koruyan seciye ve ahlâk prensiplerini ihmal eden cemiyetlerden Zorba Ağa’nın gösterdiği selâbeti (sağlamlığı) beklemek beyhudedir (boşunadır)...
Aziz Okuyucum,
Zorba Ağa’nın ahlâkını temessül eden (temsil eden, taşıyan) bir insanın ihtikâr (vurgunculuk) veya karaborsacılık yapacağını tasavvur edebilir misin? Sana istediğin kadar mühlet! Aklınla düşün, kararını vicdanınla ver.”
İşte biz, günümüz Erzurum’unda ‘Vicdan sahibi’ bu ‘Düz Adamları’ mumla arıyor; bu örnek insanları rahmetle, minnetle anıyor, Alvar İmamı Mehmet Efendi Hoca’nın (Efe Hazretleri’nin) şu antika sözleriyle yazımıza son veriyoruz:
“Alanda satanı gözet;
Satanda alanı gözet;
Kârında kalanı gözet;
Mevlâ’dan al, Mevlâ’ya ver!”