Bütün toplumsal olgular gibi, şehir olgusunun da tarih boyunca birçok tarifi yapılagelmiştir. Tarifler mi şehir anlayışına endekslidir yada şehir anlayışımı tariflere endeksli ve dolayısıyla etki içerisindedir orası pek bilinmez, fakat hangi algılama ya da değerlendirme biçimiyle olursa olsun sosyoloji biliminin bakış açısıyla şehir: nüfusunun çoğu ticaret, sanayi ve yönetimle ilgili işlerle uğraşan, tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanları… olarak tarif edilmektedir.
Bir farkla, büyüklük ve önem açısından şehir ya da kentten ayrılan metropol de son tahlilde genel tanım içerisinde kalmakta ve şehir ya da kente metazori bir modern anlam kazandırma çabasını ortaya koymaktadır. İster Doğulu İsterse Batılı anlamıyla olsun, bize göre tanımsal bütünlük ve anlam açısından etkin olması gereken bakış açısı, şehir, kent ya da metropol’ün tarif edilme biçimlerini kendilerinin oluşturması ve dolayısıyla tariflerin kent, şehir ya da metropolü anlamlandırmasından ziyâde kentin, şehrin ya da metropolün tariflere anlam kazandırmasıdır. Yani söz konusu kavramlar kendilerini ortaya çıkaran insan topluluklarının kendilerine kazandırdığı toplumsal bütünlüğü kendi tariflerine yükleyebilme hakkına sahip olmalıdırlar.
Oysa modern yapılanmanın yerleşim ve anlayış hızının sürekli olma, anlam kazanma ve değiştirme-değişme hakkını elinden aldığı şehir olgusu ilkin beton yığınları halinde kentleşirken şimdilerde metal ve cam yığınları halinde metropol’lere dönüş(türül)müş, bu da şehre ya da kente özgü olmadığı halde şehirli ya da kentli bir rahatsızlık duygusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Alman kültür sosyologu H.J. Helle; bu rahatsızlığı kentli insanlar arasında çok yaygın olan bir kent krizi bilinci olarak nitelendirmektedir. Öyle ki, kentli insan karşılıklı ilişkiler yumağı içerisinde kendini kentle özdeşleştirmekte ve giderek kent tarafından yeniden değiştirilmektedir.
Genel bir bakışla sürekli, yeni ve toptancı sorunlar üreten kent yaşamının en önemli ve en derin sorunları birey de tezahür etmekte ve bireyin etkin sosyal dayanaklar, geçmişten devralınan değerler, dışsal kültür ögeleri ve yaşam tekniği karşısında varoluş özerkliğini ve bireyselliğini muhafaza edememesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü kendisi için var olması ve kendisi için anlam taşıması gereken kent, bireyi kendisinden olmayan zorlama bir anlamla kuşatmakta ve nihayet bütün değerleriyle bireyin kendisi olarak kentli olabilme yollarını kapatmaktadır.
Tarihsel dizgede ilk site dönemlerinden 1800’lerin sonlarına kadar bireyler tarafından kurulup anlam kazanan şehirlerde esas olan şehrin birey ya da bireylere göre yapılandırılması ölçüsüdür. Böylece bireysel, toplumsal ve genel yenilenme arayışları ile değişim ve dönüşüm ihtiyaçları da toplum tarafından gerektiği gibi hissedilerek ve gerektiği gibi gerçekleştirilerek olageldiği için şehir olarak yaşanan mekânlar mensupları için birer ‘memleket şehir’ hüviyeti kazanabilmiştir.
Erken modern zamanlarla birlikte memleket şehirler de her gün kendinden ya da kendine benzeyen diğerlerinden bir şeyler bulabilen şehirli insan, modern zamanlarla birlikte neye uğradığını anlamadan, içine düştüğü metropol / kentlerde bunun tam tersini yaşamakta, her gün kendisinden olmayan sayısız şeyle karşılaşmakta, sonuç olarakta hiçbir şeye anlam veremeden, hiçbir şeyi kontrol edemeden, gündelik hayatın tahakkümüne kapılmakta ve önce yaşadığı mekân üzerinde ilkin - kent’e/ metropol’e - sonrada kendisine yabancılaşmaktadır...
Metropol gurbetlerinde kendine ve kentine yabancılaşmış haldeki bu insan bir de her gün değiştiği kadar değiştiren bir teknolojik baskının altında kalınca ortaya teknoloji yorgunu bir birey ve bu bireylerden teşekkül etmiş bir kentli topluluk çıkmıştır.
Şehir, kent ya da metropol hakkında buraya kadar ortaya koymak istediğimiz ve bir anlamda herkes tarafından bilinmesi mümkün olan bu gerçekliğe rağmen, söz konusu kavramların içinde yaşadığımız kültüre özgü kesin gerçekliğinin nasıl olması gerektiği hususu ise sürekli bir plan ve program dahilinde sürdürüldüğü iddia edilen çalışmalara konu edilmekte ise de sonuç maalesef pekte anlamlı çıkarımlara ulaşılamamış olması ise hayli manidardır.
Kabul edilmelidir ki, daha çok genel ve Batı’lı bir düşüncenin verileri olarak karşımızda duran bu tablo maalesef bizde de egemen bir paradigma olarak kabul edilmiş ve bu paradigmal bakış açısının şehir, kent ya da metropole yüklediği anlam fazlaca sorgulanmadan, bilimsel ve evrensel olmak adına birer hazır tanım olarak tüketilmiş, sonuç olarak kolaycı bir metodla bilimin sınırları içerisinde kalındığı savunulurken kültür ve medeniyetimize özgü bir şehir kent ne de metropol tanımı da yapılmıştır.
Bugün taşradan merkeze hemen her yerleşim birimimizdeki düzensizliğin, karmaşanın, yaşadığımız coğrafyaların her gün yeni ve içinden çıkılamaz problemler ortaya çıkarmasının en önemli sebebini işte bu özgün tanım yoksunluğunda aramak gerekmektedir. Sadece şehir, kent ya da metropol tanımlaması ile de kalmayan ve daha derindeki bir sosyal bakış açısı yoksunluğunu da ele veren bu durumun anlaşılabilir olması ise, öncelikle bilimsellik adına devşirdiğimiz bilinti yığınının yeniden yorumlanmasıyla, bu yorumlanmış bilginin açacağı zemin üzerinde kendi toplumsal dinamiklerimizi açığa çıkarmakla mümkün olacaktır
Bu da öncelikle insandan mekâna, mekândan coğrafyaya, coğrafyadan da evrensele ulaşacak bir bakış açısıyla, öncelikle insan, toplum, coğrafya ve evren hakkındaki bize özgü gelişim çizgisinin görünür olmasına dayalıdır.
Her şeyden önce bilinmesi gereken bir gerçek, bugün kabul edegeldiğimiz ve reddedilemeyecek ölçüde benimsediğimiz kent ya da metropol tanımı, genel bir ifadeyle Batı’ ya özgü bir gözlemin sonucu olup; özellikle 18. yüzyıl sonu itibariyle Batı da başlayan sanayileşme ve endüstri toplumu olma çabasının ortaya çıkardığı mekânsal ve toplumsal değişimin bir ürünüdür. Bu meyanda Doğan Kuban’dan Turgut Cansever’e uzanan bir okuma ve anlama çabasıyla bakıldığında ise; Batı’da ortaya çıkan kent ya da metropol olgusunun bü - tünüyle Batı’lı toplumlara özgü biçimde şekillenen bir tarihsel süreç içerisinde anlam kazana - rak tarif edildiğini, bundan da öte sanayi ve endüstri merkezi olarak öngörülen yerleşim ve yaşam alanlarının köylere sığ - mayan teknolojik bir zorunlu - lukla ortaya çıktığı görülecektir.
Aynı şekilde aynı yüzyılı biraz ge - cikmeyle de olsa takip eden Doğu toplumlarında da aynı süreç şu ya da bu biçimde gerçekleşmişse de, gerek endüstri ve sanayileşmeye ve gerekse, insan ve coğrafyaya bakış açısındaki tarihsel, sosyal, kültürel ve ekonomik farklar nedeniyle Doğu toplumlarında Batı’lı kentleşmeye bir yönüyle benzeyen fakat temelde farklı bir kentleşme olgusu göze çarpar. Bu da köyüne sığmayan teknolojiyle, büyüyen ve gelişen bir coğrafyayı olduğu yerde, ani bir değişimle kent haline getiren ve buna uyum sağlayan Batılı insanın yaptığından farklı olarak; teknolojik zor - lamaya hemen hemen hiç maruz kalmadan kentleşen, böyle bir zorlamaya maruz kaldığı sınırlı yerlerde de olagelen teknolojik dayatmaya teslim olmak ve bu dayatmanın öngördüğü birey - sel ve toplumsal kalıpları olduğu gibi kabul etmek yerine, salt bir içgüdüyle de olsa karşı durarak, bir değişim ve dönüşüm süreci - ne girmekten çok, bir değiştirme ve dönüştürme inadıyla hareket ederek, kent ya da metropol yeri - ne onları da ifade eden ama ifade ettiği kadar, eski yaşam biçimin - den pek çok izler taşıyan ve bu yönüyle kentten ve metropolden farklılaşarak adeta yeni bir coğrafya ve yaşam biçimini içeren ve adı ‘şehir’ olan başka bir olguyu ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak Batılı kent insanı yabancılaşarak ayrışıp, bencilleşirken Doğulu şehir insanı memleket haline dönüştürdüğü yerlerde hemşehri ruhuyla bu Batılı sıkıntıyı kolayca aşabilmiştir.
Bir başka açıdan, kentleşme öncesi durumun bir sevki tabiiyle yeniden ele alınışı ya da içgüdüsel bir yorumlamaya tabi tutularak parçalanmamış bir biçimde yeniden üretilmesi anlamına da gelen Doğulu insanın bu çabası kendiliğinden olduğu kadar kamusal alanın da tamamen dışındadır. Yaklaşık bir buçuk asırdır tartışılan kent, şehir ve metropol konulu çalışmalarda unutulmuş görünen anlama ve değerlendirme farklılaşmasının temelinde de bu unutulan şehir olgusu yatmaktadır.
Günümüzde bilimsel olma ve bilgili görünme marjinal tavrının modernist ve gelenekçi olarak ayırdığı aydın guruplaşması da hattı hareketini bu minval üzere kurmuş bulunduğundan, birileri kentli savunmaların tepkisiyle beton ya da metal yığınlarına yönelirken modern olmakta, birileri de geleneğin manipüle edilmesi sonucu köye sığınmakta ve böylece gelenekçi kalmaktadır...
Oysa ortaya çıkış şekliyle bizde ne köy ne de şehir anlayışı, Batılı anlayış tarzında karşılığını bulamamaktadır. Bugün modern kentin kaçınılmaz ve aşılmaz gibi görünen yapısal rahatsızlıklarını şehri inkâr ederek kentli güdülerle kabul etmek zaman/mekân bağlamında bireysel bir unutuşun ürünüdür.
Doğulu toplumun bir bakıma kenti şehir haline getirerek şerhedişi diye de yorumlayabileceğimiz bu insiyaki çabasını çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Zira, siyasal, sosyal, toplumsal ve bireysel bazda pek çok avantaj sağlayacak bu özgün çaba eğer doğru değerlendirilebilirse, pek çok sosyal sıkıntının da daha kolay tespit edileceği görülecektir.
Değil midir ki, başlı başına alternatif olabilecek kadar önemli bir olgudur şehir... Öyle ki; Devlet ebed müddet anlayışı çerçeve - sinde kendi özgüvenini devletine yansıtan böylesi bir tarih - sel gerçeğin hilafına, Batı’nın kentlerine karşı kendi şehrini kurabilmeye dönük bu çaba bir buçuk asırdır göz ardı edildiği için şehri ve şehirli olmayı bilmeyen kuşaklar yetişmiş ve bu kuşakların yaşadıkları yerlerle o yerlerin hemşehrisi olma iddialarının da fazlaca bir anlamı kalmamıştır. Özetle bugünkü halimiz ne kentli, ne şehirli ne de köylü olmaktan uzak bir hâldir. Ve ne kadar süreceği bilinemeyen bu hâlden kurutulabilmek içinde evvela kendimizi sonrada kentimizi özüne döndürmek gerekmektedir. Bu gereklilik artık bir ödevdir. Zira yaşanılan yerin bilincinde olunması, orada duruşun, orada varoluşun ve ora ile pek çok anlamda bir bağ kuruluşunun da bilincinde olunması demektir.
İşte şehirli olabilmeyi öğrenmiş böyle bir bilinç hem kentin öte - sine geçmiş hem de şehri tarif edebilmiş bir bilinç olacaktır…
BEN BİR EVDİM (Nizamettin KORUCU sayı13)
Ben Bir Evdim
Kapımda çocuk cıvıltıları kopardı.
Kedim vardı, eşiğimden bakardı.
Sokağımdan sebzeciler geçer,
penceremde; ana çocuğunu beklerdi
Baba elinde filesiyle görününce,
Toraman koşar, bacaklarına sarılırdı.
Kız kasnakta kanaviçe işler,
Radyoda hasret türküleri çalardı.
Yemeğin kokusu kırk kapıdan duyulur,
Penceremde sıra sıra çiçekler dizilirdi
Ne umutlar, ne korkular ne sevinçler,
Yaşandı bende
Eşiğimin taşında ninenin minderinin izi,
Tavanlarımda lahuti sedalar kaldı.
Ben bir evdim, içimdekilere sırdım.
Delikanlı boy aynasında saçlarını tararken,
Yüreğinden sevdiğinin heyecanı taşardı.
Bende bir aile yaşardı,
Sıcacık bir yuvaydım.
Komşularım tas tas aşure,
Sini sini kurbanlık taşırdı.
Bir gazete komşuları dolaşırdı.
Beni bırakıp gittiler,
Şimdi eşiğimde umutları yeşerttim.
Belki dönerler diye.
MERHAMET İLE DOLU MAŞRAPA (Nihat KILIÇOĞULLARI sayı 13)
Bir yerde okumuştum. Delisi olmayan şehirlerin velisi olmazmış.
Çocukluğumdan bu yana hoş lanmadığım, haz etmediğim bir genel halk alışkanlığı vardır. İnsanların köylerde, mahallelerde, şehirlerde “özel insanları” kızdırmaları, onları alay konusu yapmaları ve eğlenmeleri yüreğimin bir yanını fena hal - de acıtmıştır. Böylesi durumlara her şahit olduğumda canım yanmıştır. Hâlbuki merhamet bir adama en çok şeydir. Onu da bilemedik zaten…
İşte çocukluğumuzun Erzurum’unda böylesi çok özel in - sanlar vardı. Elbette isimlerini tek tek saymakla bitmez.
Onlardan birisi her nedense duruşu, giyimi, boyu ve tavrıyla başka idi sanki.
Bazıları 'EŞREF..." diye hitap etse de "EŞO..." lakabı daha güçlü idi sanırım. En net görüntüsü; bir ilkbahar gününde karlar erirken, Deli Ömer Tarlası’ndan Kumlu dere’ye doğru yürüyüşü ile hafızama kazındı. Sudan korkardı sanki. Öyle anımsıyorum... Çayı da çok severdi.
Onun çayı sevmesi hatta çaysız yaşamaması tesadüf olamazdı. Çünkü biz Erzurumlular için, efkar hastalığıdır demli çay, kırılan hatırın notasız türküsü misali.
Elinde küçük bir plastik maşrapası vardı Eşo’nun. Tebriz - kapı’da Şefik Amca’nın kahvehanesine çokça giderdi. Maşrapası her daim çay ile doluydu. Eşo'nun düzgün giyiminin yanında salya sümükle kapanmış yüzü dikkat çekiciydi.
Mahalle hanımlarının kimi sohbetlerinde onun için "ermiş ya da evliya" diye söylediklerini duyardık. İşte o zaman Eşo daha değerli ve anlamlı bir şahsiyet olarak çocuksu yüreğimize nakşetmişti. Şimdi kalabalıkların içinde yalnızlıkları yaşarken, bizi duygu alemine götürecek böylesi yaşanmışlıklarının olmaması neyle açıklanır bilemiyorum.
Herkes birbirine yabancı sanki. Herşey gibi selamlaşma da artık pahalı...
Hani "Kimsenin sesinde bulut yok diyor..." diyor ya şair... Böylece Eşo’yu yad ederken, zihnimde Gavurboğan’ı çevreleyen sokaklardan hiç eksik olmayan bir çocuk bağırtısı yankılandı...
Bozumevi Ankara…
Manasını bu gün bile hala anlamakta güçlük çeksek dahi, her oyunumuzun sonundan galibiyetlerimizin karşı tarafa ilanı, mağlubiyetlerimizin ise yüzümüze tokat gibi inen ifadesiydi...
Bozumevi Ankara… diyerek evine kadar kovaladığımız ya da kovalandığımız anlar ne kadar sıcak daha yüreğimizde.
Peki “Emi emi! Arğaya kamçi…” bir oyun muydu, yoksa?.. Hala aklımda bir sual olarak cevabını beklemektedir. Tebrizkapı’nın ara sokaklarında peşinden koşturduğumuz at arabaları ya da faytonların arkasına takılan arkadaşları ispiyonlamak ve “Emi emi! Arğaya kamçi…” demek nasıl bir hazdı?
Acaba bu çocuksu bir tavırla ağızdan çıkan bir oyunun parçası mıydı, yoksa o zamanlardan beynimize aşılanan bir değer yargısı mı olacaktı?..
Sorunu cevabı çokça tartışılır ama; kafamızın orta yerine inen kamçının sızısı epey bir vakit sürerdi.
Ve garip olan tüm bu kamçı sızına rağmen, nerede bir atarabası ya da fayton görsek peşinden koşar ve bir şekilde arkasına asılırdık. Geride kalanlar ise koro halinde hep aynı nakaratı tekrarlardı. “Emi emi! Arğaya kamçi…” Ta ki atarabasına takılanın beyninin ortasına kamçı inene kadar devam ederdi bu... Sonra oturup hep birlikte gülerdik. Çıkarsız, hesapsız ve samimi niyetlerle.
Evet Eşoları uğurladıktan bu yana artık bir hızar sesiyle konuşur ve anlaşır olduk sanki.
Biliyorum; bir fatihalık ömrün faslında solup gidecek tüm bu yaşadıklarımız… Kim bilir belki sadece kırık dökük bir mermer taşında yaşayacak adımız.
Ve belli ki; bu şehirde anlamak ile katlanmak arasında tükenmeye devam edeceğiz.
Nereye kadar mı? Kimbilir...
Bu günlerde kıtlama ömürler yaşarken çoğumuz; bir kırtik şekerle alabildiğine çay içmeye çalışan tiryakiler gibi sınırlı ömürlerimizi sınırsız bir ya şam içinde alabildiğince uzatmaya çalışıyoruz. Dün Eşoların arkasında gülüp eğlenirken, bu gün o anlarımıza ağlıyoruz.
Ağlamak ve gülmek arasında bir ömür…
Sözün başında merhametten bahsettim ya… Eşo’nun çay içtiği maşrapa hiç boş olmazdı. Bu da benim güzel şehrimin tarifsiz merhametiydi.
Selam olsun o merhametli insanlara, rahmet olsun göçenlere…