GelişimErzurumYazı

MERHAMET İLE DOLU MAŞRAPA

Bir yerde okumuştum. Delisi olmayan şehirlerin velisi olmazmış.

Çocukluğumdan bu yana hoş lanmadığım, haz etmediğim bir genel halk alışkanlığı vardır. İnsanların köylerde, mahallelerde, şehirlerde “özel insanları” kızdırmaları, onları alay konusu yapmaları ve eğlenmeleri yüreğimin bir yanını fena hal - de acıtmıştır. Böylesi durumlara her şahit olduğumda canım yanmıştır. Hâlbuki merhamet bir adama en çok şeydir. Onu da bilemedik zaten…

İşte çocukluğumuzun Erzurum’unda böylesi çok özel in - sanlar vardı. Elbette isimlerini tek tek saymakla bitmez.

Onlardan birisi her nedense duruşu, giyimi, boyu ve tavrıyla başka idi sanki.

Bazıları 'EŞREF..." diye hitap etse de "EŞO..." lakabı daha güçlü idi sanırım. En net görüntüsü; bir ilkbahar gününde karlar erirken, Deli Ömer Tarlası’ndan Kumlu dere’ye doğru yürüyüşü ile hafızama kazındı. Sudan korkardı sanki. Öyle anımsıyorum... Çayı da çok severdi.

Onun çayı sevmesi hatta çaysız yaşamaması tesadüf olamazdı. Çünkü biz Erzurumlular için, efkar hastalığıdır demli çay, kırılan hatırın notasız türküsü misali.

Elinde küçük bir plastik maşrapası vardı Eşo’nun. Tebriz - kapı’da Şefik Amca’nın kahvehanesine çokça giderdi. Maşrapası her daim çay ile doluydu. Eşo'nun düzgün giyiminin yanında salya sümükle kapanmış yüzü dikkat çekiciydi.
Mahalle hanımlarının kimi sohbetlerinde onun için "ermiş ya da evliya" diye söylediklerini duyardık. İşte o zaman Eşo daha değerli ve anlamlı bir şahsiyet olarak çocuksu yüreğimize nakşetmişti. Şimdi kalabalıkların içinde yalnızlıkları yaşarken, bizi duygu alemine götürecek böylesi yaşanmışlıklarının olmaması neyle açıklanır bilemiyorum.

Herkes birbirine yabancı sanki. Herşey gibi selamlaşma da artık pahalı...
Hani "Kimsenin sesinde bulut yok diyor..." diyor ya şair... Böylece Eşo’yu yad ederken, zihnimde Gavurboğan’ı çevreleyen sokaklardan hiç eksik olmayan bir çocuk bağırtısı yankılandı...

Bozumevi Ankara…

Manasını bu gün bile hala anlamakta güçlük çeksek dahi, her oyunumuzun sonundan galibiyetlerimizin karşı tarafa ilanı, mağlubiyetlerimizin ise yüzümüze tokat gibi inen ifadesiydi...

Bozumevi Ankara… diyerek evine kadar kovaladığımız ya da kovalandığımız anlar ne kadar sıcak daha yüreğimizde.
Peki “Emi emi! Arğaya kamçi…” bir oyun muydu, yoksa?.. Hala aklımda bir sual olarak cevabını beklemektedir. Tebrizkapı’nın ara sokaklarında peşinden koşturduğumuz at arabaları ya da faytonların arkasına takılan arkadaşları ispiyonlamak ve “Emi emi! Arğaya kamçi…” demek nasıl bir hazdı?

Acaba bu çocuksu bir tavırla ağızdan çıkan bir oyunun parçası mıydı, yoksa o zamanlardan beynimize aşılanan bir değer yargısı mı olacaktı?..

Sorunu cevabı çokça tartışılır ama; kafamızın orta yerine inen kamçının sızısı epey bir vakit sürerdi.

Ve garip olan tüm bu kamçı sızına rağmen, nerede bir atarabası ya da fayton görsek peşinden koşar ve bir şekilde arkasına asılırdık. Geride kalanlar ise koro halinde hep aynı nakaratı tekrarlardı. “Emi emi! Arğaya kamçi…” Ta ki atarabasına takılanın beyninin ortasına kamçı inene kadar devam ederdi bu... Sonra oturup hep birlikte gülerdik. Çıkarsız, hesapsız ve samimi niyetlerle.

Evet Eşoları uğurladıktan bu yana artık bir hızar sesiyle konuşur ve anlaşır olduk sanki.

Biliyorum; bir fatihalık ömrün faslında solup gidecek tüm bu yaşadıklarımız… Kim bilir belki sadece kırık dökük bir mermer taşında yaşayacak adımız.

Ve belli ki; bu şehirde anlamak ile katlanmak arasında tükenmeye devam edeceğiz.
Nereye kadar mı? Kimbilir...
Bu günlerde kıtlama ömürler yaşarken çoğumuz; bir kırtik şekerle alabildiğine çay içmeye çalışan tiryakiler gibi sınırlı ömürlerimizi sınırsız bir ya şam içinde alabildiğince uzatmaya çalışıyoruz. Dün Eşoların arkasında gülüp eğlenirken, bu gün o anlarımıza ağlıyoruz.

Ağlamak ve gülmek arasında bir ömür…

Sözün başında merhametten bahsettim ya… Eşo’nun çay içtiği maşrapa hiç boş olmazdı. Bu da benim güzel şehrimin tarifsiz merhametiydi.
Selam olsun o merhametli insanlara, rahmet olsun göçenlere…

Nihat KILIÇOĞULLARI