Giriş
Mondros Mütarekesi, 30 Ekim 1918’de imzalandığında Osmanlı Devleti için Birinci Dünya Harbi sona ermesine rağmen yürürlüğe giren ve işgali ve ilhakı kolaylaştıran ağır şartları, toprak kaybı ile birlikte Türk Milletini varlık sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu durumu anlamakta zorlanan İstanbul’daki hükûmetin, mütareke öncesi taşıdığı iyimser tutumunu hâlâ sürdürmesi ve devletin içerisinde bulunduğu durumun ciddiyetini kavrayamaması üzerine milli bir mücadele başlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın daha Birinci Dünya Harbi devam ettiği dönemde ilk kez 3 Temmuz 1917’de ve ikinci kez de 1 Eylül 1918’deki 7.Ordu Komutanlığı görevi sırasında Osmanlı Harbiye Nezareti’ne göndermiş olduğu iki ayrı rapordaki görüşleri, yapılacak mücadelenin yapısı hakkında fikir verir: 20 Eylül 1919 tarihli ilk raporda; artık savunmaya geçilmesini ve bir tek erin son ana kadar muhafaza edilmesi gerektiğini belirterek Alman çıkarlarını düşünen General Falkenhayn’ın bunu yapmayacağından emir-komutanın tek elden olmak üzere kendisine verilmesini teklif etmiştir. 24 Eylül 1918 tarihli ikinci raporda ise Falkenhayn’ın cephe durumunu anlayamadığı ve Filistin’e taarruz etmekten daha önemli olanın savunma olduğunu belirterek komutanın yine tek elden yapılmasını ve kendisine verilmesini istemiştir. Bu iki rapor, yakın bir zamanda başlayacak Milli Mücadele’nin, Harekât-ı Milliye’sinde izlenecek yolun başlangıcını ifade etmesi bakımından önemlidir. Nitekim komutanın tek elden ve bir Türk generali tarafından yapılmasında, ordunun taarruz gücünün olmadığı ancak savunma gücünün bulunduğu ve savunmanın da uzaktan yapılması gerektiği belirtilmiştir. Mütareke imzalandığında da aynı görüşlerini muhafaza eden Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Grup Komutanı olarak kendisine mütareke hükümleri tebliğ edildiğinde, Harbiye Nezareti’ne, 3 ve 6 Kasım 1918 tarihlerinde gönderdiği telgraflarla, mütarekenin sorumluluk sahası itibariyle nasıl uygulanacağını sormuş ve yeterli bir cevap alamaması üzerine nasıl uygulanması gerektiğine dair görüşlerini de ekleyerek yaptığı bir teklifle açıklamıştır. Özellikle Kilikya, Irak ve Suriye gibi sınırları belli olmayan ve Osmanlı mülki teşkilatlanmasında karşılığı bulunmayan coğrafi yerlerin belirsizlik yarattığı ve yeni işgallere sebebiyet vereceğini belirtmiş ve oldubittilere fırsat verilmemesi ile asker, silah ve teçhizatın da teslim edilmemesi gerektiğini ifade etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesinde, iki temel husus bulunmaktadır. Birincisi “millete dayalı bir mücadele başlatılması” ikincisi ise bu mücadelenin silahlı gücü olarak “ordunun yeniden teşkili ve muhafazasıdır.” Ancak “Ordunun muhafazası ve çoğunluğu Türk olan bölgelerin elde bulundurulması” dır. Temel gaye olmak üzere Milli Mücadele boyunca askeri bir strateji olarak da uygulanacak olan bu ana düşünce tarzını kabul ettirememiştir. Hâlbuki birinci düşüncede Hâkimiyet-i Milliye, ikinci düşüncede Harekât-ı Milliye’nin anafikri vardır. Bunun üzerine bir ordu komutanı olarak görevini tamamladığını düşünerek, haksız ve hukuksuz mütareke hükümlerinin uygulanmasını önlemek ve bu maksatla Hükûmette bir görev almak niyeti ile İstanbul’a gitmiştir.
Bu iki düşüncenin, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a ulaştığında da devam ettiği görülmektedir. Hükûmet çevresi ve hatta Padişah ile yaptığı görüşmeler sonucunda Harbiye Nezareti’nde veya Hükûmet’te düşündüğü gibi bir görev alamamıştır. Mütareke hükümlerinin tatbikinde yapılan haksızlıkları önlemenin tek yolu olarak artık, güvendiği silah arkadaşları ile birlikte, milletin iradesine ve ordunun gücüne dayalı bir kurtuluş çaresi bulmaktır. Bu çarenin ilk fırsatı, İngiliz politikalarına uygun olarak hareket eden Hükûmetin, Anadolu’da asayişin temini için tedbirler almak ve aynı zamanda mevcut kolorduları bu yönde kullanmak maksadıyla kurulan üç ordu müfettişliğinden Meclis-i Vükela tarafından yetki ve sorumlulukları onaylanarak kendisine verilen 9.Ordu Müfettişliği görevine atamasının yapılması ile ortaya çıkmıştır. Nitekim yapılacak mücadelenin amacı ve yöntemi hakkında kararını içeren ifadesinde Milli Mücadele’nin amacını; “Millet egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.” yöntemini ise; “Osmanlı Hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların Halifesine başkaldırmak ve bütün ulusu ve orduyu ayaklandırmak...” şeklinde belirtmiştir. Böylelikle millet ve ordu; Milli Mücadele’nin iki önemli gücü olarak ortaya çıkmıştır. Milli Mücadelenin devamı süresince bu temel düşüncenin iki önemli kavram altında yürütüleceği görülecektir: Hâkimiyet-i Milliye ve Harekât-ı Milliye
Erzurum Kongresi’nde Belirlenen Hâkimiyet-i Milliye ve Harekât-ı Milliye
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta Milli Mücadele’nin stratejisini “Türk ata yurduna ve Türkün istiklâline tecavüz edenler kimler olursa olsun bütün milletçe müsellehân mukabele ve onlarla mücadele eylemek icap ediyordu. Bu mühim kararın bütün icabat ve zaruriyatını ilk gününde izhar ve ifade etmek elbette musip olamazdı. Tatbikatı bir takım safhalara ayırmak ve vakayı ve hadisattan istifade ederek milletin hissiyat ve efkârını izhar eylemek ve kademe kademe yürüyerek hedefe vasıl olmağa çalışmak lazımgeliyordu. Nitekim öyle de olmuştur.” ifadesi ile açıklamıştır. Bu stratejinin siyasi hedefi başlangıçta millette direniş bilinci oluşturmak, askeri hedefi ise ordunun desteğini sağlamak ve sonrasında tüm faaliyetleri ordunun kontrolünde yürütmek olacaktır. Bu maksadı ise “İlk iş olmak üzere bütün ordu ile temasa gelmek lazımdı.” sözü ile belirterek millette oluşturulacak bilincin harekete geçirilmesine gayret gösterilecektir. Samsun’a çıktıktan bir gün sonra İstanbul Hükûmeti’ne yaptığı bilgilendirmede ve aynı zamanda Erzurum Valiliğine de gönderdiği suretinde; millet ve ordunun bu işgalleri kabul edemeyeceğini, devlet, ordu ve milletin kurtuluşu için çalışılması gerektiğini ve 15.Kolordu’ya ise işgallerin kınanması için protesto gösterileri yapılarak İtilaf temsilcilerine muhtıralar halinde bu durumun iletilmesini bildirmiştir.
İki gün sonra heyetindeki kurmaylarına İngiliz siyasi mümessilleri ile yaptırdığı görüşmeye ait düşüncelerini aktardığı İstanbul Hükûmeti’ne, “Türklüğün yabancı yönetimine tahammül edemeyeceği ve milletin, birlik içerisinde Hâkimiyet-i Milliye esasını Türklük duygusunu hedef alarak gerçekleştireceği” iletilmiştir. Buradaki Türklük vurgusu aynı zamanda millette oluşturulacak bilincin esasını teşkil etmektedir.
Bu açıklamalarda Milli Mücadele’nin başlangıç ilkeleri çok açık bir şekilde görülmektedir. Özellikle milletin iradesine bağlı ve orduya dayalı bir yöntemin uygulanacağı ve kendisinin de endişeli olmakla birlikte bu duygular içerisinde millet ve memlekete olan borcunun bir gereği olarak görevini bu ilkeler doğrultusunda TEMMUZ 2022 29 yerine getireceğini bildirmesi, yürüteceği mücadelenin esaslarını ortaya koymaktadır.
Samsun’dan Havza’ya geçtikten sonra 28 Mayıs 1919’da sorumluluk bölgesi itibariyle yaptığı değerlendirmeleri 15.Kolordu Komutanı ile paylaşmış ve yaptığı bir görüşmede Trabzon’un önemli bir bölge olduğunu belirterek bölgenin idaresi ile ilgili izlenecek yöntemin başta Doğu bölgeleri olmak üzere yurdun genelinde nasıl olması gerektiğini yalnız 3., 15. ve 20.Kolordulara açıklamış ve bu konuda görüşlerini istemiştir. Ayrıca ikinci bir değerlendirme ile güvenilir sivil kişilerle birlikte dışarıdan anlaşılamayacak şekilde örgütlenmelerin yapılmasını, bunun sorumluluğunun tamamen askerlerde olmasını ve yerli Rum halkın isyanı ile birlikte Karadeniz’den muhtemel bir İngiliz çıkarmasına karşı halkın “Harekât-ı Sagire”1 olarak bilinen usuller gereği; yabancı denetiminden uzak kalmış silah-teçhizat ve mühimmatın içeriye taşınmasını, her köyün kendini savunmasını, askeri birliklerin de buna destek olmasını, önemli yollardaki büyük yapıların gerekirse tahrip edilmek üzere planlamasının şimdiden yapılmasını ve tüm bu işlerin gizlice yürütülerek kolordulardan bu konudaki görüşlerin gönderilmesini talep etmiştir. 15.Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın mücadelenin askeri birliklerin kontrolünde yapılması yönündeki görüşü ile birlikte uygun görülen bu değerlendirme sonrası; 15., 20., 13.Kolordu ve Konya’daki 2.Ordu Müfettişliğine gönderilen ve 28-29 Mayıs 1919’da yayımlanan Havza Genelgesi ile tüm yurtta gösteriler yapılarak hükûmete ve işgal kuvvetleri temsilcilerine protesto telgrafları çekilmesi istenmiştir.
Batı Anadolu’daki gelişmeleri de yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, bölgedeki kuvvetlerin durumunu ve nasıl faydalanılacağını öğrenmek istemiş aldığı bilgileri 15., 3. ve 13.Kolordulara da göndererek hem doğudaki birliklerin batı ile olan bağlantısını sağlamış hem de kolordular üzerindeki yetkisini kullanmaya devam etmiştir. İşgallere karşı millette oluşan bilinçlenme ile birlikte özellikle Batı Anadolu’da silahlı bir direnişe dönüşerek Kuva-yı Milliye halinde mücadeleye başlanılması, Anadolu’nun doğusunda başlatılan Milli Mücadele’nin teşkilatlanmasına önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Hatta 9 Haziran 1919’da Kuva-yı Milliye’nin verdiği mücadelenin desteklenmesi, dış meseleler dâhil bütün milletin birlik halinde olması ve Kuva-yı Milliye’ye karşı yapılan faaliyetlerin önlenmesi için Hükûmetin de tedbir alması gerektiği yönünde bir beyanname yayımlanması istenmiştir.
Havza’dan ayrıldığı 12 Haziran 1919’a kadar bir bakıma müfettişlik yetkileri dışına çıkarak ikinci bir Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi hatta Harbiye Nazırı gibi faaliyet göstermiş ve Milli Mücadele’de bütünlüğü sağlamak için çaba sarfetmiştir. Bu dönem içerisinde her nekadar müfettişlik yetkisi ve bölgenin şartları gereği kolordu komutanlıkları arasında 3., 15., 13. ve 20.Kolordular ve 2.Ordu Müfettişliği ile doğrudan irtibata geçse de vatanın içerisinde bulunduğu durum izah edilerek alınması gereken tedbirleri, ulaşabildiği bütün komutanlıklara göndermesi uygulanacak yöntemin oluşturulmaya çalışılması bakımından önemlidir. Kuvâ-yı Milliye’nin, Anadolu’da olduğu gibi Trakya’da da teşkilatlanmasını isteyen Mustafa Kemal Paşa, 1.Kolorduya 18 Haziran 1919 tarihli bir yönerge göndererek Trakya’nın da direnme gücünü artırmak üzere Anadolu’da bölünmez bir bütünlüğün oluşturulduğu ve kararların bütün komutanlar ve yanındakiler ile birlikte bir bütün halinde alındığını bildirmiştir. Böylece Anadolu’da başlayan mücadeleye, Trakya’yı da dâhil etmiş ve Milli Mücadele bütünlüğü içerisine almıştır.
Bu dönem içerisinde yapılan faaliyetlerde, kolordularla irtibata geçilerek desteği sağlanmış ve millette teşkilatlanma ve karşı koyma bilinci yaratılmıştır. Nitekim 8 Haziran 1919’da İstanbul’a çağrılması üzerine; artık milli bir mücadelede için çabaların kişisel olmaktan çıkarak bütün ulusun birlik ve dayanışmasını sağlayacak tarzda bir kurul vasıtasıyla yapılmasının gerekli olduğu düşüncesindedir. Mustafa Kemal Paşa, bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Anadolu’ya geleli bir ay olmuştu. Bu süre içerisinde bütün orduların birlikleri ile ilişki ve bağlantı sağlanmış ve ulus elden geldiğince aydınlatılarak uyarılmış, ulusal örgütleşme düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Durumu artık bir
kumandan kimliği ile yürütüp yönetmeye olanak kalmamıştı. Yapılan çağrıya uymamak ve gitmemekle birlikte, milli örgütleri ve eylemi yönetmeyi sürdürdüğüme göre, başkaldırır duruma girdiğim kuşku götürmezdi. Bundan başka ve özellikle uygulamaya karar verdiğim girişim ve teşebbüslerimin bir an önce kişisel olmak niteliğinden çıkarılması ve bütün milletin birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına yapılması çok gerekli idi. Bu nedenle 18 Haziran 1919 günü Trakya’ya verdiğim talimatta işaret ettiğim bir noktanın uygulanması zamanı gelmiş bulunuyordu. Hatırınızdadır ki o nokta, Anadolu ve Rumeli Milli örgütlerini birleştirecek, bunları bir merkezden yönetmek ve adlarına iş görmek üzere, Sivas’ta genel bir milli kongre toplamaktı. Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey’e 21-22 Haziran 1919 gecesi Amasya’da söyleyip yazdırdığım genelgenin başlıca noktaları şunlardı. ...”
Amasya’da 22 Haziran 1919’da yayımlanan bir genelge ile vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâlinin tehlikede olduğu belirtilerek milletin azim ve kararının kurtuluşu sağlayacağı ve bu maksatla Sivas’ta milli bir kongrenin toplanması gerektiği belirtilmiştir. Ancak Anadolu’daki Milli Mücadele’den ve Mustafa Kemal Paşa’nın yürüttüğü faaliyetlerden İngiliz baskısı ile rahatsız olan İstanbul Hükûmeti, Harbiye Nezareti vasıtasıyla gönderdiği yazısında; Padişah’ın da İstanbul’a gelmesini istediğini ve isterse iki ay istirahat alabileceğini belirtmesi üzerine talebi reddederek gerekirse milletin bir ferdi olarak çalışmaya devam edeceğini bildirmiştir.
Erzurum’da kongre için yürütülen faaliyetler ile birlikte Harekât-ı Milliye’nin yürütülmesi bakımından 7 Temmuz 1919’da Erzurum’dan tüm kolordulara gönderilen talimat önemlidir: Talimatta, “milli kuvvetlere müdahale ve saldırıda bulunulamayacağı, görevinden alınan komutanların yerine gelecek olanların milli mücadeleye destek olacaksa komutanın devredilebileceği aksi takdirde komutanın bırakılamayacağı, askeri birliklerin TEMMUZ 2022 31 dağıtılması veya yer değiştirilmesi emri verilirse uygulanmayacağı, vatanın herhangi bir yerine saldırıldığında karşılıklı işbirliği halinde savunma yapılacağı” belirtilmiştir.
Kongre aldığı kararlar ile Milli Mücadele’nin Hâkimiyet-i Milliye’sine ait esasları da belirlemiştir. Özellikle teşkil edilen Heyet-i Temsiliye’nin bu esasların yerine getirilmesinde bir yürütme organı olarak görev yapacağı görülmektedir. Aynı zamanda Vilâyat-ı Şarkiye Müdâfâa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin maksat ve işleyişine dair bir beyanname yayımlanarak mücadelenin milletle beraber yapılacağı ve milli müfrezelerin mücadele için asıl kuvvet olduğu ifade edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında şekillenen Milli Mücadele artık Heyet-i Temsiliye’nin teşkil edilmesi ile fikir bütünlüğüne ulaşmış ve alınacak kararlar ve uygulamaların tüm yurtta yaygınlaşması daha etkin olmuştur. Sivas Kongresi ile Kuva-yı Milliye’nin Milli Mücadele’de önemli bir güç olduğu kabul edilmiş ve ayrıca düzenli birlik harekâtı ile de işgallere karşı konulması kararı alınmıştır. 20.Kolordu’nun bünyesinde Batı Anadolu Umum Kuva-yı Milliye Komutanlığının kurulması, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin nizamnamesi ile birlikte Kuva-yı Milliye ve düzenli birliklerin harekât esaslarını açıklayan Kuva-yı Milliye’ye yönelik bir talimatname hazırlanması, Harekât-ı Milliye’nin daha merkezi ve planlı yapılmaya başlandığını göstermektedir. Özellikle Kuva-yı Milliye’nin çete olmadığı, çete faaliyetlerine izin verilmeyeceği, ancak milletin kendisini korumak için Kuva-yı Milliye’yi oluşturulabileceği belirtilmiştir. Heyet-i Temsiliye bütün sorumluluğu üzerine alarak Kuvâ-yı Milliye ve ona destek olan orduya, hareket tarzları ve genel hatları ile Milli Mücadele’nin askeri yönüne ait ilk plânlama bilgilerini içeren bu yönergeyi, Anadolu ve Rumeli Müdâfâa-ı Hukuk Cemiyeti’nin Nizâmnâmesine ek olarak kabul etmiş, “özel ve gizlidir” işaretli yalnız ilgililere olmak üzere 28 Ekim 1919’da gönderilen bu talimatname ile özellikle düşmanla temasta bulunulan mahallerde sabit ve seyyar silahlı kuvvetlerin nasıl teşkil edileceği ve nasıl idare edileceği, nasıl iaşe edileceği ve nasıl silahlandırılacağı belirtilmiştir.
Bu kararlar ile Heyet-i Temsiliye, Milli Mücadele’de yeni bir dönemi başlatmıştır. Artık mücadelede Heyet-i Temsiliye her yönü ile milletin kaderine hâkim ve kolorduların tek yönetim yeridir ve İstanbul’daki Hükûmetlerin de bir etkinliği kalmamıştır. Nitekim mülki ve askeri teşkilatlara gönderilen bir talimatla herhangi bir faaliyette bulunurken veya bir karar alınırken valinin veya en yüksek askeri komutanın birlikte hareket etmesi gerektiği belirtilerek Heyet-i Temsiliye üyelerinden veya diğer ileri gelenlerden birinin tek başına hareket etmemesi istenmiştir.
Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı için gerekli kararların alınmasının zorunlu olduğu belirtilerek Meclis-i Mebusan’ın toplanması sağlanmış ve bu yönde Misak-ı Milli kararları aldırılmıştır. Ancak İstanbul’un işgal edilmesi ile sonuçlanan bu durum, kararların uygulanması için zaten bir meclis gibi çalışan Heyet-i Temsiliye’nin toplanma yeri ve milli teşkilatın nasıl olması gerektiği yönünde kolordu komutanlarında istenen görüş sonrası Ankara’da, Büyük Millet Meclisi’ni açarak mücadelenin yeni bir safhaya geçmesini hızlandırmıştır. Harekât-ı Milliye’nin inisiyatifi artık Heyet-i Temsiliye’de olduğundan merkezi bir konumdan sevk ve idare önem taşımaktadır. Heyet-i Temsiliye vatanın kurtarılması gayesinde tüm işleri üzerine almıştır. Bu maksatla 24 Kasım 1919’da yayımladığı emir ile meydana getirilecek olan teşkilatların bütün mahalle ve köylere yayılması için çalışmalar yapılması gerektiği ve bu nedenle bütün kolordular ve bağlı birlikleri ile ahz-ı asker şubelerinin bu yönde çalışmalarını artırması ve Milli Mücadeleye verdiği destekten dolayı da Fevzi Paşa’nın da Anadolu’ya gelmesi istenmiştir. Heyet-i Temsiliye ile birlikte millet bilinçlendirilerek işgallere karşı Kuva-yı Milliye ile başlayan silahlı mücadelenin, düzenli birliklerle müşterek çalışması sağlanmış ve kolordulardaki komuta yapısının mücadeleden yana tutumu için çaba sarfedilerek merkezi hükûmetin kontrolüne fırsat verilmemiştir.
Yapılan tüm bu çalışmalarda Erzurum Kongresi bir başlangıç teşkil etmesi bakımından Milli Mücadele içerisinde önemi çok büyüktür. Nitekim Milli Mücadele’nin iki önemli esas üzerinden yürütülmesinin temelinin atıldığı yer olmuştur Erzurum. Hâkimiyet-i Milliye ve Harekât-ı Milliye.
Erzurum Kongre kararları özet olarak incelendiğinde bu iki esası çok açık bir şekilde ortaya koyduğu görülmektedir.
Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz.
Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir.
Vatanı korumayı ve istiklali elde etmeyi İstanbul Hükümeti sağlayamadığı takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri milli kongrece seçilecektir.
Kongre toplanmamışsa bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır.
Kuva-yı Milliye’yi amil ve irade-yi milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Hristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal ahengi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
Manda ve himaye kabul edilemez.
Milli Meclisin derhal toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak için gerekli çalışmalar başlatılmalıdır.
Sonuç
Hâkimiyet-i Milliye bakımından; İlk önce vatanın bütünlüğü ve parçalanamayacağı ifade edilerek Milli İrade’nin güçlü yapısı ortaya konulmuştur. Heyet-i Temsiliye adında 9 kişilik bir teşkilatlanma yapılarak Milli Mücadele’nin öncelikle meşruiyeti sağlanmış ve bir nevi icra vekilleri tarzında yürütme yapısı oluşturulmuştur. Bu aynı zamanda milli bir meclise doğru gidişin ilk basamağıdır. Sonra azınlıklar konusu ele alınarak hiçbir ayrımcı niteliği olamayacağı belirtilmiş ve Türk milli bütünlüğü içerisinde yer alacakları ifade edilmiştir. Bu hususların tamamı Türk Milletinin iradesine dayalı esasların başlangıç ilkeleri olup Hâkimiyet-i Milliyenin tarifidir. Harekât-ı Milliye bakımından; Kongre kararlarının milli bir harekâtı başlatacağına dair en etkili maddesi, milli kuvvetlere dayanan bir mücadeleyi başlatan ve Kuva-yı Milliye’nin milletin iradesinin bir tecellisi olduğunu gösteren maddesidir. Aynı zamanda manda ve himayenin reddedilmesi ile her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı topyekûn karşı konulacağının açıklanması milli kuvvetlere dayanan bir ordunun gelecekte Milli Mücadele’nin ana gövdesini oluşturacağı ifade edilmiştir. Görüleceği üzere Erzurum Kongresi Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde hem millet iradesinin ifade edildiği hem de mücadelenin silahlı yönünün nasıl yapılacağının ilk açıklandığı yerdir. Erzurum Kongresi bir bakıma yeni doğacak Türk Devleti’nin asırlardır vazgeçilmez iki değerinin yeniden ortaya çıktığı yerdir. Türk Milleti ve onun ayrılmaz parçası Türk Ordusu. Mustafa Kemal Paşa, bu iki değeri bir araya getirmiş ve yeni bir Türk Devleti ile taçlandırmıştır. Bu kutsal sürecin temellerinin atıldığı Erzurum, meşruiyeti ve haklılığının ifade edildiği Erzurum Kongresi ve ona bağrını açan Dadaşlara selam olsun, kutlu olsun…